BND’nin Türkiye’deki faaliyetlerine de dikkat!

Mahir Kaynak ve Aytunç Altındal 1960, 71, 80 darbeleri ve hatta 28 Şubat süreçlerini en iyi bilen isimlerdendi. Her ikisi de vefat etti. Dış müdahale ile kanser yapılan, bir anda tüm bedenini saran kanser nedeniyle vefat eden Altındal’ın söyledikleri hayli önemli. Darbelerin yanı sıra darbelere gerekçe teşkil eden, Dodd Raporu, 6-7 Eylül hadiseleri, Irak ile Türkiye’nin Birleşmesi girişimi, Menderes’in SSCB ile irtibatı, Kıbrıs’ta kurdurulan Türk Mukavemet Teşkilatı, İstanbul Üniversite’sinde görev yapan ajan Profesör Alfredo’nun ilişkileri, Orhan Kabibay, Alman İstihbaratı BND’nin Türkiye faaliyetleri ve etkinliği, Öcal ve Yahudi Kürtler’e varan pek çok bahse temas eden mülakatı büyük önem arz ediyor. Mahir Kaynak’ın söyledikleri de aynı şekilde ehemmiyetli. Neşrettiğimiz bu mülakatlar Celal Tahir tarafından vefatlarından bir süre önce yapılmıştır.

AYTUNÇ ALTINDAL

Hocam 27 Mayıs’la başlayalım… 27 Mayıs’a nasıl geldik?

Evet, şimdi öncelikle Demokrat Parti’nin iktidara gelişi önemli. 1948’de yayınlanmış olan bir rapor var. Bu raporun ismi “Dodd raporu.” Amerikalıların hazırladığı üç ciltlik “Türkiye nasıl kalkınır” diye bilinen bir rapor. Şimdi “Dodd raporu”nda DP’nin iktidara geleceğini ve Amerika ile ilişkilerinin çok daha hızla gelişebileceğini, daha 1948’de söylüyorlar. Bunlar “Dodd raporu”nun 3. cildinde yer alıyor. Türkiye’de o sırada dikkat çeken belki de en önemli olaylardan biri de, “6-7 Eylül olayları” oldu.

 6-7 Eylül olaylarında, Menderes’in dahli var mıydı, yoksa spontane gelişmiş bir hadise miydi? Yani bizde derin devlet diye tabir edilen organizasyonla İngiliz gizli servisinin ortak bir organizasyonu muydu?

Bunun adı fetakomplidir. Fetakompli demek, sen istesen de istemesen de başına getirilen olaydır. Bu bir fetakompli idi, yani hazırlanmıştı. Hazırlıklı kişiler vardı. Arkada kimler vardı, sorusunun cevabında ise enteresan bir taraf var. Türkiye’nin Irak’la bütünleşme meselesi vardı. Irak Kralı Faysal İstanbul’a gelirdi.

Değinen pek yok ama benim dikkatimi çekti. Kemal Bağlum eski gazetecilerden. Diyor ki; Suriye’nin de bir ara Türkiye ile birleşme durumu vardı.

Suriye, Mısır ile birleşti sonrasında. Ama Türkiye, Kral Faysal’la birleşiyordu. Abdülmecit Efendi’nin kızı Dürrişehvar Sultan, o Haydarabad Nizamı ile evlendirilmişti. Dolayısıyla onun oğlu Bereket Şah o sırada İstanbul’da idi ve İstanbul’da onları hem Kral Faysal’ı, hem de Bereket Şah’ı Türk kızlarıyla, Türk saraydan gelen veya saray kökenli ailelerin kızlarıyla evlendirme projesi vardı. Bereket Şah, Menemencioğlu’nun kızıyla evlendi. Kral Faysal da Osmanlı Hanedanı’ndan Hanzade Sultan ile evlendirilmek üzere idi. Bu olaylar patlak verdiğinde arka planda böyle bir fotoğraf da vardı.

MENDERES MOSKOVA İLE TEMASTA İDİ

Bu Metin Toker’de de var. “Menderes’in böyle bir niyeti vardı. Başımıza iş açacaktı, zor engelledik” gibi.

Evet, böyle bir olay gerçekleşmek üzereydi. Bunun gerisinden gelecek olan da Türkiye ile Irak’ın birleşmesiydi. Irak’ı kuran İngilizler, tabii ki Irak’ın Türkiye ile birleşmesini asla istemiyorlardı.
Ve İngilizler, 6-7 Eylül olayları sırasında, bir başka fotoğraftan da yola çıkarlar. Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs’ta İngiliz valisi Foot ile takışmış durumdaydı. İngiltere’nin Kıbrıs üzerindeki haklarını da kabul etmiyordu. Aslında Türkiye’nin Kıbrıs’ta fazla hakkı da yoktu. Fakat o dönemden itibaren, Zorlu’nun girişimiyle, Doktor Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş Kıbrıs’ın büyük ailelerinden Manyana ailesinin de desteğiyle TMT kuruldu; Türk Mukavemet Teşkilatı. TMT mücahit diye bilinen örgütlenmeleri yaptı. Bunlar DP’nin siyaseti içindeydi.
6-7 Eylül olayının arkasında, büyük ölçüde işte bu Kıbrıs, Fatin Rüştü Zorlu’nun girişimleri var. DP iktidara geldiği zaman özellikle bazı doğulu ağalara vaatleri oldu. Bu vaatlerin yerine getirilebilmesi için para lazım ama para da yoktu. Mesela İstanbul’dan giden Rumların -Anadolu’dan da kısmen gittiler- malları onlara bırakıldı. İsmet Paşa döneminde Varlık Vergisi vardı. DP döneminde Varlık Vergisi değil ama böyle bir düzenlemeye gidildi. Evler ucuz bir şekilde onların üstlerine geçirildi.

Sonra ne oluyor?

Bunlardan sonra -burası tarihin belki biraz gizli kalmış bir tarafıdır- 1960 yılının Şubat ayında, Fatin Rüştü ve Menderes birlikte Sağlık Bakanı, eski İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ın evine geliyorlar. Lütfi Bey hasta o sırada ve diyorlar ki; “Lütfi Ağabey sen bir Moskova’ya gitsen, bir görüşmelerde bulunsan, fakat Amerikalılar bu işi anlamasın diye, şöyle bir iş yapalım. Bir sağlık heyeti olarak, Kars-Van Bölgesinde salgın hastalıklar çıktı, dolayısıyla Ruslarla müşterek olarak bunu nasıl engelleriz, nasıl düzeltiriz, diye bakmak bahanesi ile bir sağlık ekibi yollasak oraya. Sonra siz orada biraz rahatsızlansanız, dolayısıyla sağlık ekibi üç gün kalacağına, bir ay kadar bir süre kalsa, bütün bu işleri bir kotarsanız?” deniliyor.
Lütfi Bey de kabul ediyor. Bir Sağlık Bakanlığı Heyeti kuruluyor. O sırada gazetelerde yazılar çıkıyor, Kars’ta salgın hastalık, hayvanlar ölüyor, böyle bir kamuoyu oluşturma numarası yapılıyor. Zaten hava da soğuk… Amerikalılar ve İngilizler de orada hakikaten salgın var mı yok mu anlayamıyorlar, derken bizim heyet Moskova’ya gidiyor. Hakikaten Moskova’da direktif çerçevesinde Lütfi Kırdar Bey rahatsızlanıyor. Ruslar diyorlar ki, şu anda seyahat etmesi sakıncalıdır. Ve orada kalınıyor bir süre, sanırım 17 gün kadar kalınıyor. Lütfi Bey, devlet adına, Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’ya binaen, Ruslarla, gizli bir anlaşmaya varıyor. Ve diyor ki; tamam Menderes gelsin, Rusya’yı ziyaret etsin, tarih belirleniyor, her şey belirleniyor, Lütfi Bey dönüyor. Döndükten sonra da bunları söylüyor. Menderes de Rusya’ya gideceği tarihi açıklıyor. Ardından 27 Mayıs oluyor. 27 Mayıs olduktan sonra da Lütfi Bey Yassıada’da ölen tek kişidir.

Evet, orada çok eziyet görüyor.

Lütfi Kırdar ağır şartlardan dolayı ölüyor ve bu olay da duyulmuyor böylece. Bunu ben nereden biliyorum? Lütfi Bey’in oğlu Büyükelçi Üner Kırdar’ın bizzat bana anlattıklarından biliyorum. Üner Kırdar da yaşıyor zaten, Allah uzun ömür versin. Tekrar bu 27 Mayıs’ın sebep sonuçlarına baktığımız zaman şunu görüyoruz: 27 Mayıs’tan itibaren Türkiye’nin içine girdiği kulvar farklı bir kulvar.

1960 DARBESİ’Nİ YÖNETEN PROFESÖR KİM?

Nasıl farklı?

1958 yılında Türkiye’ye gelip bir yıl süreyle İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ders veren Amerikalı bir hoca, (ajan tabi) 25 Mayıs 1960 tarihinde Pentagon’a “Menderes mutlaka güç kullanılarak devrilmelidir” şeklinde bir not geçiyor. Ondan sonra da, aynı notun altına, “Bugün öğleden sonra Rahip Morlion ile görüşme yapacağım!” diyor.
Bu hukuk profesörünün notundan iki gün sonra darbe oluyor. Rahip Morlion o sırada, Vatikan İstihbaratını yönetiyor ve aynı zamanda CIA ile Vatikan arasındaki bağları sağlıyor. 27 Mayıs oluyor ve Profesör Alfredo bir not daha yazıyor: “İşte nihayet Menderes devrildi, artık Türkiye’deki dostlarıma bazı açıklamalar yapabilirim.” Bu çok mühim, bunun belgesi de bende duruyor. Bu Morlion’u bir de nerede görüyoruz? Mehmet Ali Ağca olayında görüyoruz. Lakin Ağca Morlion’u, Papa olayına adı karıştırılan, -pek alakalı biri gibi değildi, sonra da öldü- Bulgar Antonov zannediyor. Morlion Antonov’um demiş Ağca’ya.
27 Mayıs’ta CIA’in direkt, çok etkili rolü vardı. Çünkü daha evvel Musaddık’ı deviren gruplar Ankara’da bulunuyorlardı. Hatta başında da Başkan Roosevelt’in oğlu Kermit Roosevelt vardı. O devirdi yani Musaddık’ı. Irak’taki ihtilali yapan İngiliz İstihbaratıydı. İngiliz Amerikan İstihbaratı birlikte Türkiye’de 27 Mayıs ihtilalinde çok büyük rol oynadılar.

SAĞCILAR DA SOLCULAR DA KABİBAY’A GİDERDİ

Orhan Kabibay kimdir? 27 Mayıs’ta bir numara gibi gözüküyor. Talat Aydemir olayında da kısmen dahli var. 12 Mart’ta da yeri var, hatta 12 Eylül’de Kenan Evren’e danışmanlık yaptığı da söyleniyor. Siz muhtemelen biliyorsunuzdur, kim? Çok kişi de cevaplamıyor. Ben size sorayım.

Bazı büyükelçiler Orhan Kabibay’ı ziyarete gelirlerdi. Niye onlar Kabibay’ı ziyarete giderler de başkasına gitmezler, merakıma mucip olmuştur. Talat Aydemir’le de çok yakın ilişkileri vardı.

Talat Aydemir’i de kışkırttığı söylenir.

Şimdi Orhan Kabibay’la ilgili tabii laf çoktur…

Yok, aslında çok da laf yok, öyle diyorsunuz ama hocam…

Var var var…

KABİBAY, ALMAN EKOLÜYLE BAĞLANTILIYDI

Uğur Mumcu yazıyor 70’li yıllarda, “Kim bu Kabibay?” diye. 12 Mart’ta sağcılar da bunun evine geliyor, solcular da, diyor.

Aynen öyle. Kabibay, Milli Birlik Komitesi’nin içerisindeki, büyük bir ihtimalle Almanlara çok yakın olan bir adamdı. Yani Alman, Türkiye’deki… Şunu söyleyeyim, Kabibay’ı koy bir kenara şimdi. Türkiye’deki Alman istihbaratının faaliyetlerini kimse bilmez. Fakat herkes işte CIA, MOSSAD bilmem ne, onu konuşur. Hâlbuki Türkiye’de esas büyük istihbaratı yapan Almanlardır, BND’dir.

Tasfiyeye uğraması ondan mı Kabibay’ın?

Tasfiyeye uğramasının sebepleri de o. Amerikalılar tasfiye ettiriyorlar.

12 Mart, 27 Mayıs’ta yarım kalan hesabın yeniden görülmeye çalışılması mı? Yani o sol kanat denilen oluşum, Madanoğlu falan… Aslında ilk başta İlhan Selçuk’la Madanoğlu’na o cuntayı kurduran Kabibay, ama sonradan çekiliyor. O da enteresan yani, ben o yüzden ısrarla soruyorum.

İşte o olaylarda kurduran başkaları da var. Madanoğlu da zavallı bir adamdı, ben onu da biliyorum. Öyle devlet yönetecek bir adam değil.
Kabibay’ın oynadığı bazı önemli rollerden bir tanesi, dikkatimi çekmiş olan… Mesela bazı büyükelçiler Kabibay’ı ziyarete gelirlerdi. Niye onlar Kabibay’ı ziyarete giderler de başkasına gitmezler, merakıma mucip olmuştur. Ve Kabibay her seferinde gelip birtakım tebellümlerde bulunurdu (tebliğ ederdi). Yani bir olayı tefhim ederdi, söylerdi. Bu böyle olacak o kadar. Gerisini de dinlemeden çıkar giderdi mesela. Öyle bir adamdı. Kendisinde böyle bir gücü mü vehmediyordu yoksa gerçekten de… Mesela Kabibay’ın Talat Aydemirle de çok ilişkileri vardı. Talat’ı da kışkırttığı söylenir.

İleriye mi itti onu, bir şey mi yaptı, bir deneme mi yaptı onun üzerinden acaba?

Belki öyle bir iş de olduğu söylenir. Ama ben bunları ispat edebilecek durumda değilim. Ama yani tevatür bu yöndedir. Kabibay’ın yeri ve rolü dediğim gibi daha çok Alman ekolüyle bağlantılı. O zamandan beri kafamda olan o.

EFRAİM ELROM’U KİM ÖLDÜRDÜ?

12 Mart’ta çok enteresan bir şey, o ara CHP milletvekili Hükümete soru soruyor: “Efraim Elrom’un Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından sekiz gün öncesinden kaçıralacağından haberiniz olduğu halde neden bu olayı engellemediniz?” Bunu niye yapıyor? Muhtemelen kayıtlara geçsin diye yapıyor. Bu nasıl bir soru, nasıl bir bilgi?

Ben de Efraim Elrom olayından dolayı içeri alınmış ve bir böbreğini kaybetmiş birisiyim. Efraim Elrom’u kim öldürdü sorusu ortada. Çünkü Efraim Elrom’u öldürmeyi planlamış kimse yoktu, yani Dev-Genç içinde veya işte Çayan grubunun içinde öldürmeyi planlamış kimse yoktu. Bir Yüzbaşı…

KÜRT YAHUDİLERİ

Evet, İlyas Aydın…

Çeşitli adları olan bir adamdır. Onun öldürdüğü söylenir. Fakat fakat fakat. Orada garip bir bağlantı var. Bu bağlantı da Öcalan’ın karısı Kesire’ye kadar gidiyor. Onun babası MİT’in elemanlarından biriydi. Dolayısıyladır ki, yaşananlar içinde Abdullah Öcalan’ın bu işlere dâhil edilmesi Kesire vasıtasıyla oluyor. Yüzbaşı ile ilgili olarak ise, oraya kadar giden bir bağlantı var. Bu bağlantı çözülmeden de çok fazla bir şey çözülemez.
Bunlar Kürt Yahudileri diye bildiğimiz bir grup. Bunu söyleyebilirim. Bu nereden çıkıyor ortaya? Bu şundan geliyor: Dini metinlere göre Hz. İbrahim’in bir karısı var. Ve onun ismi Ketura; altıncı karısı Ketura. Ketura’nın oğulları ve kızları oluyor. Bilinen isimlerden bir tanesi Kesire. Ve bundan gelenlere de Kürt deniliyor ama Yahudi Kürtler. Bu, işin dini kısmıdır, bizi çok fazla bağlayan tarafı değil. Ama bunların öyle bir bağlantısı var.
Artık ben de yetmişe geldim neredeyse, bu da benden tarihe kalsın, yüzyıl içinde Türkiye’nin kendi kafasıyla oluşturduğu, kendi maneviyatına uygun üç tane fikir vardı; biri Kuvay-ı Milliye, biri Müdafaa-i Hukuk, biri de Misak-ı Milli. Diğer hepsi ağza konmuş, başkaları tarafından ağzınıza konmuş laflardı. Dolayısıyla Türkiye’yi bugünlere getiren bu üç fikirdir.

MAHİR KAYNAK

Demokrat Parti’nin 27 Mayıs ihtilali veya darbesiyle iktidardan indirilmesi konusundaki düşünceleriniz nedir?

DP’nin politikası ABD ile yakınlaşmaktı. Bu, Türkiye’yi kendi nüfuz alanında gören İngiltere’yi rahatsız etti. İngiltere 1960’ta Amerika ile yakın ilişki kuran DP’yi tasfiye etti ve yeni bir anayasa yapıldı. 1960 Anayasa’sının ilginç olan tarafı sola açık olmasıdır. Türkiye’deki solculuk ise ideolojik bir solculuk değildir, siyasidir ve bu anti-Amerikan olmasıyla ilgilidir. Fakat 65’te tekrar Amerika’ya yakın bir politikacı Süleyman Demirel iktidara geldi. Buna tahammül edemediler. Ve o 1960’ta başlayan mücadele devam etti.

İlk Amerikan karşıtı gösterilerden biri, 60’lı yıllarda, İsmet Paşa’yla Johnson arasında problemler olduğu zaman, gençler tarafından onun evinin etrafında yapılıyor.

İsmet Paşa Türkiye ve Avrupa’nın yakınlaşmasından yanadır. Ve anti-Amerikan’dır. Johnson mektubu onlardan bir tanesidir. İsmet Paşa’nın sözü der ki “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır.” Bu yeni kurulacak dünya Avrupa Birliği’dir. Yassıada duruşmalarında 6-7 Eylül davası bir noktadan sonra kesiliyor. Aslında tam bir sonuca ulaştırılmıyor orada. Bu nedendir? Eğer iktidar için 6-7 Eylül suç teşkil etseydi, onu sonuca taşırdı. O halde burada o zamanki DP’nin rolü yoktu. Bu doğrudan doğruya karşı gücün bir hareketeydi. Nitekim daha sonra da İsmet Paşa İstanbul’daki Rumların Türkiye’den çıkmasında etkili politikalar izledi.

Bu arada 12 Mart’ta neler oldu?

Burada iki ihtimal vardı: 12 Martçılar 9 Martçılarla çatışacak ve birisi galip gelecekti. Her iki taraf da bunu göze alamadılar. Uzlaştılar, Demirel’i ikisi birden tasfiye ettiler. Nihat Erim’i başa getirdiler. 9 Martçılarla mücadele eden ekibi de tasfiye ettiler Faik Türün de Fuat Doğu ekibi de tasfiye edildi. Beni de o grupta olduğum için tasfiye ettiler. Bu, anlaşmanın bir parçasıydı ve MİT, 9 Martçıların kontrolüne geçti.

Bu 70-80 arasındaki çatışmaya bir zemin teşkil etti mi? Yani 70-80 arasında bu sol örgütlerin aniden böyle gelişmesine bir kaynaklık teşkil etti mi?

Bu, geniş bir çerçeve içinde düşünülmelidir. Ve Türkiye içerisinde başından beri söylediğim taraflar 80’e kadar devam etti. 80’de gene 70’deki gibi bir ortak hareket yapıldı. Ve bu hareket küresel sermayenin etkisiyle yapıldı. Amaç Türkiye’yi ekonomik olarak dışa açmaktı. Ben onu 78’de zaten bir rapor halinde de sundum.

12 Mart’ta özellikle Orhan Kabibay’ın önemli rolü var. Nihat Erim de evine gidip geliyor. Kimdir tam olarak?

Tam olarak kim olduğunu bilemem ama daha sonra basında yer aldı. Kabibay hakkında benim bir fikrim yok efendim. Bilmiyorum.

Kabibay pek ortaya çıkmıyor. Yani ben öne geçeyim, öne çıkayım filan demiyor. 70’lerden sonra da çekiliyor gibi. Hani o yıllarda aktifti, sonradan vaz mı geçti?

Olabilir. Arka plandadır, yani ön plana hiç çıkmadığı için ben de hiç karşılaşmadım.

Benzer konular