İran Irak savaşı henüz devam ediyordu. Şehirler bombalanıyor, kadınlar, çocuklar, yaşlılar enkazlar altında can veriyor, tanklar, toplar, uçaklar, füzeler ölüm yağdırıyordu. Bir milyon insanın can verdiği bu acımasız savaşta her iki tarafa silah vermeyi beceren ABD’nin Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger manzaraya bakıp viskisini yudumlarken “Dilerim, iki taraf da birbirini kırar, bitirir” demekten kendini alamıyordu. Yine o günlere ait bir diğer meşhur sözü de şuydu. “Ne yazık ki biri galip gelecek, ikisi de birden mağlup olamayacak”. Oysa sonuç tam da dilediği gibi olmuştu. 1988 yılında ateşkes sağlandığında ortada bir galip filan yoktu. Bitmiş, tükenmiş iki devlet ve daha mutsuz, daha yoksul, perişan iki millet vardı. Soğuk savaş yıllarının amansız düşmanı Çin’e karşı bile inanılmaz hoşgörülü hatta meşhur “Yeterince Mutay (Çin milli içkisi) içseydik aramızdaki sorunları çözebilirdik” sözünü diyen adam, konu Ortadoğu ve Müslümanlar olduğunda “Artık biz uğraşmayalım. Bırakalım birbirlerini yesinler“ diyordu. Kissinger elbette yalnız değildi. Yazılı filan da değildi ama galiba bu bir devlet politikasıydı. Nitekim CIA’nın sabık Ortadoğu Bölge Şefi Robert Bear de kaleme aldığı “Bildiğimiz Şeytan: Yeni Süper Güç İran” adlı kitapta “Ortadoğu’da niye Amerikalılar ölsün? Müslümanları Şii – Sünni diye ayrıştıralım ve bırakalım birbirlerini gebertsinler“ ifadesini kullanıyordu.
Obama dönemi dâhil geçmişte başkandan başkana yöntemler değişse bile oluşan manzaraya bakıldığında Kissinger çizgisinin devam ettiğine dair ciddi emareler var. Peki, Trump dönemi ne getirecek? Daha seçilmeden, kampanya döneminde İran’a karşı sert bir politika izleyeceğinin sinyallerini veren yeni başkan Trump hangi dengeleri değiştirecek? Ortadoğu’yu nasıl bir gelecek bekliyor? Konuyu uzmanlarıyla birlikte, İRAM Dış Politika uzmanı İsmail Sarı, İran İç Siyaset Uzmanı Mehmet Koç ve BİLGESAM Ortadoğu uzmanı Ali Semin ile masaya yatırdık.
ABD’nin çekilmesi krizi büyütmek içindi
İran Araştırmaları Merkezi Dış Politika Uzmanı İsmail Sarı’ya göre Trump’ın politikalarının bireysel tutarlılığı yok ama Cumhuriyetçi politikalar bağlamında bir tutarlılığa sahip. Trump’ın söylemleri, evet, sert. Obama gibi daha soft bir dil kullanmıyor. Bush sonrası gelseydi belki bu kadar yadırganmazdı. Obama sonrası döneme denk geldiği için oldukça hard duruyor. Obama’nın daha soft söylemleri de olsa sonuç tıpkı Bush dönemindeki gibi, tam bir hayal kırıklığı. Soğuk savaş sonrası Amerikan politikasına bakıldığında iki dönem kuralının burada tekrar uygulandığını görüyoruz. Başkanlar seçildiği zaman güvenlik stratejileri yayınlanıyor. Bunları okuduğunuzda Obama’nın bir tutarlılık içerisinde hareket ettiğini söylemek mümkün. Ne demişti Obama? Ağırlığı Asya Pasifik hattına vereceğini söylemişti. Öyle de yaptı zaten. Asya Pasifik’te başarılı oldu mu, Çin’i frenleyebildi mi ayrı bir tartışma konusu ama neticede bütün yoğunluğu oraya verdi. Ortadoğu ile ilgili bir yoğunluk göremedik. 2011 yılında Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesiyle birlikte Amerika küresel sorumluluktan da çekiliyor gibi oldu. “Hegemon”un bölgeden çekilmesiyle oluşan güç boşluğu Ortadoğu krizini daha da derinleştirdi. Bu boşlukta doğal olarak hem bölgesel güçler, hem de küresel güç olarak Rusya durumu kendi lehine kullanmak, nüfuz alanları oluşturmak istedi. Çatışma da böylece başlamış oldu. Benzer bir kriz, 70’lerde İngiltere bölgeden çekildiğinde yaşanmıştı. Bu gibi vakalarda oluşan boşluk nedeniyle bölgesel rekabetin önü iyice açılır ve güç savaşları kaçınılmaz hale gelir. Bugünkü durumda fırsatı değerlendirmeye çalışan bir küresel güç, Rusya gerçeği de var tabii.
Geleneksel müttefiklerle devam
Obama, İran’ı Rusya’dan yalıtarak daha bağımsız hamleler yapabilmesinin önünü açarken Trump, tam tersi, İran’ı Rusya istikametine doğru itmeye başladı. Amaç belli, İran’ı sınırlamak. Bu, bugünden yarına olacak bir hadise değil ancak Amerika kararlı bir duruş sergilerse İran’ı sınırlama konusunda başarılı olabilir. Aslında bu durum Rusya’nın da işine gelecektir. Böylece daha kendine bağımlı bir İran oluşur. Burada soru şu: Trump niçin İran’ı itiyor? Cevabın altında şöyle bir sözü yatıyor. “Geleneksel müttefiklerle hareket edeceğim.” Amerika’nın bölgedeki geleneksel müttefikleri kim? Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır. Kimlerle hareket etmeyecek? İran ile, Suriye ile. Amerika eski denklemi tekrar kuruyor diyebiliriz.
Küresel güçler ve bölge ülkeleri
Küresel güçler bölge ülkelerini denge unsuru olarak birbirlerine karşı kullanma eğilimindedir. Örneğin Rusya, Türkiye’ye karşı İran’ı, İran’a karşı da Türkiye’yi bir denge unsuru olarak pekâlâ kullanabiliyor. Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi İran’ın aleyhine bir durumdur. İran pek hoşlanmaz, açıkçası tedirgin olur bu durumdan. Zaten ilişkilerin iyileşme seyrine girmesiyle oluşan rahatsızlığı İran basını ve kamuoyundan okumak mümkün. Bölgesel bir gücün küresel bir güç ile kurduğu ilişkinin kendi denklemini oluşturması, herşeyi hesaba katması lazım.
ABD, müdahale edecek
Suriye meselesine gelirsek, dikkat edilirse, Amerika Astana’da sadece büyükelçisi ile yer aldı. Yani masada yer almayı kibarca reddetti. Kendi kurmadığı bir masada yer almak istemiyor çünkü. Bu yüzden bir müdahale hamlesi göreceğiz Amerika’dan. Müdahale derken, iki türlü müdahale söz konusu. İlki politik bir müdahale, kendi masasını kurar ve tarafları bu masaya çağırır. İkincisi ise doğrudan askeri müdahale. Masa kurmak için askeri müdahalenin gerekli olduğuna inanırsa gerçekleşecek bir hamle bu. Askeri müdahaleye belki de hiç gerek kalmayacak. Çünkü Trump’ın böyle bir vaadi var. Herhangi bir askeri müdahaleden kaçınacağını dile getirmişti daha önce.
ABD-İran savaşı yaşanır mı?
Devrim sonrası İran’ın söylemleri her ne kadar sert söylemler gibi görünse de daha çok iç politikaya dönük bir strateji olduğuna dikkat çekelim. İran, bu nevi toplumsal konsolidasyon amaçlı sert söylemleri masaya oturunca askıya alabilen ve rasyonel pazarlıklara sürekli açık kapı bırakabilen bir ülke. Yine de bölge açısından şöyle bir gerçeğin bilinmesinde yarar var. Tehdit olmaktan çıkmış bir İran, Amerikan menfaatleri açısından yararlı bir şey değildir. Keza İsrail açısından da aynı durum söz konusudur. Körfez ülkeleri sürekli bir İran tehdidi altında olduklarını düşünürler. Bu durum neyi getirmektedir? Amerika ve İsrail’e yakınlaşmayı hatta bir çeşit bağımlılığı. O tehdit ortadan kalktığı zaman bu durumun oluşması mümkün müdür? Elbette değil. Amerika açısından o nedenle İran hep bir tehdit olarak orada kalmalıdır. Hiçbir vakit sıfırlanmamalı, istendiği kadar alan açılan, gerektiğinde pasifize edilen ama hep kullanışlı bir tehdit olarak el altında tutulan bir ülke halinde var olmalıdır. Ortadoğu’daki Amerikan ve İsrail çıkarları İran’ın bir tehdit olarak var olması üzerine kurgulanmıştır. Bu bağlamda belki Şii Hilali de bir ölçüde Trump politikaları marifetiyle sınırlandırılabilir ancak bu, projenin tamamen rafa kaldırılacağı anlamı taşımayacaktır.
Nükleer meselesi
İran, Amerika açısından nükleer bir tehdit olamaz. Zira o altyapıya, o potansiyele sahip değildir. Mesele İsrail’in güvenliğidir desek, bu anlamda İsrail’i de tehdit edemeyecektir. Zira İsrail de nükleer silah sahibi bir ülkedir ve teknolojik olarak İran’ın önündedir. Olsa olsa İsrail’e karşı bir dengeleme durumu söz konusu olabilir. Nükleer denge durumunda da bildiğiniz gibi kesinlikle savaş çıkmaz. Aynen soğuk savaş döneminde olduğu gibi. Soğuk savaş, uzun yıllar boyunca iki küresel güç arasında sıcak bir çatışma haline dönüşmemişse bunda nükleer dengenin rolü büyüktür. Her iki tarafta da aynı silahlar vardır. Sonuç tamamen iki tarafın da büyük zarar görmesi, belki de yok oluşudur. Kimse bunu göze alamaz. Bu durumda kimi tehdit edebilir sorusu gündeme gelecektir. Elinde nükleer silah bulunmayan diğer bölgesel güçlerin akla gelmesi daha olası bir durumdur. Mesela Körfez ülkelerini tehdit edebilir. İşte o zaman gerçek anlamda bir nükleer tehditten söz edilebilir.
Arap baharı İran’ı da vuracaktı
Arap baharına bakıldığında üç bölge kritikti. Mısır dâhil Kuzey Afrika, Suriye merkezli Ortadoğu ve Körfez bölgesi. Kuzey Afrika ayağı bilhassa Mısır devriminin darbeyle hizaya getirilmesiyle küresel güçler tarafından eski haline getirildi. Suriye’de ise Esed’in gitmesi halinde en güçlü ihtimal olarak İhvan hareketinin belirmesi, yani yeni bir Mısır vakasının yaşanma korkusu, eski rejimin lehine gelişmelere yol açmış görünüyor. Körfez bölgesi de parasal destekle donduruldu. Klasik deyimle bahar kışa dönmüş oldu. Eğer Suriye’de bir tıkanma yaşanmasaydı Körfez daha şiddetle sarsılacaktı ve sonunda bu dalga gelip İran’ı vuracaktı. İran’da yönetimden hoşnut olmayan kitleler de böyle bir hazırlık içerisine ciddi şekilde girmiş durumdaydılar. Ama Suriye krizi ile birlikte istenmeyen iktidar tipleri gündeme geldiği için küresel güçler sosyolojik dip dalgayı dondurma yoluna gittiler. Hatırdan çıkarmamak lazım gelen bir gerçek var ortada. Büyük güçler, geniş tabanlı sosyolojik hareketlenmeleri kontrol edebilecek, gerekirse manipüle edebilecek gücü sahipler.
Trump Türkiye için kötünün iyisi mi?
Geçmişte Amerikan seçimleri yapıldığında Türkiye’nin eğilimi genelde Demokratlar lehine tezahür ederdi. Ancak ilginçtir, Demokrat yönetimlerden bugüne değin Türkiye’nin lehine bir kazanç sağlanmış değil. Trump’ın genel anlamda söylemlerine bakıldığında, elbette ihtiyat payını yedekte tutarak, Türkiye’nin biraz daha rahatlayacağını söylemek mümkün. Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeler, geleneksel ittifaklara yakın duracağını söyleyen Trump döneminde – en azından Obama dönemine kıyasla – kendilerini daha rahat hissedebilirler.
***
İsmail Sarı – Dış Politika Uzmanı
Kissinger ve Şii-Sünni Çatışması
Kissinger’in “Artık Müslümanlarla biz uğraşmayalım. Bırakalım da onlar birbirleriyle uğraşsınlar” sözü bağlamında Amerika Şii-Sünni çatışması üzerinden “çatışma dengesi” adını verdiğim bir denge kurmaya çalıştı. Bu dengeyi, kontrollü bir gerginlik stratejisi ile formüle etti. Ancak bu strateji çöktü ve kontrollü gerginlik Suriye’de kontrol edilebilirlikten çıkarak büyük bir krize dönüştü. Bu çatışma politikası sayesinde İran’a nüfuz alanları kurma yolu açıldı. Bölge Şiilerini konsolide edebilmesine imkan tanındı. Bunun karşıtı olarak Sünni bir hamlenin geleceği biliniyordu. Bunlar çatışıyor ve Amerika’nın müdahalesini gerektirmeyecek şekilde bölge kendi halinde, Kissinger planı dâhilinde gidiyordu. Ama Suriye krizi ile öyle bir noktaya gelindi ki artık kontrol edilebilir bir gerginlik değil bu. Trump’ın tutumunu bu bağlamda okumak gerekiyor. Trump’ın İran politikasını sadece bir İran politikası olarak görmemek lazım. Trump’ın Ortadoğu politikası bu. Ve bunu da Amerika’nın küresel politikası çerçevesinde okumalıyız. Burada Amerika’nın İran’a biçtiği rol ortaya çıkmış oluyor sadece. Yoksa mesele, ne Trump’ın İran’a müdahale etme isteği, ne Nükleer Antlaşmanın iptali, ne de sürekli bir gerginlik politikası dâhilinde yürüme. Trump ve yeni Amerikan yönetimi, yeni küresel politika dâhilinde bir Ortadoğu politikası oluşturma çabası içinde. Böyle okumak lazım tabloyu. ABD-İran ilişkisi gibi dar bir çerçeveye sıkıştırmamak lazım. Asya Pasifik hattına ağırlık veren Obama küresel politikada başarısız oldu. Kontrollü gerginlik stratejisiyle Ortadoğu’da yine başarısızlık yaşadı. Trump, bu başarısızlıkları yeni politikalarla telafi etmeye çalışıyor mecburen. Söylemleri elbette aşırılıklar içeriyor. Ama unutmamak lazımdır ki iş dünyasından gelmiş bir patronun söylemleri bunlar. Daha önceki başkanlardan tamamen farklı, özel sektörden gelmiş ve devlet tecrübesine yabancı birinden bahsediyoruz nihayetinde. Devlette çalışmış olmak, daha ihtiyatlı, daha titiz bir söylemi de beraberinde getiriyor haliyle. Devlet tecrübesinin artmasıyla birlikte muhtemelen bir süre sonra bu söylem şekli daha rafine, daha diplomatik bir üsluba bürünecektir. Trump’ın İran’a karşı tutumunu ve yeni Ortadoğu politikasını, küresel politikadaki dönüşüm ile beraber değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır.
***
Mehmet Koç – İran İç Siyaset Uzmanı
Trump, Amerika’nın Ahmetinecat’ı
İran içerisinde sadece yönetici elitler değil muhalif kesim de gelişmelerden son derece kaygılı. Trump’ın blöf yapmadığını, bu tehdidin gerçek bir tehdit olduğunu düşünüyorlar. Hatta Rafsancani ölmeden önce Trump ile ilgili şöyle bir açıklama yapmıştı. “Trump, Amerika’nın Ahmetinecadı’dır.” Evet, aynen bu ifadeyi kullanmış, hatta “tehlikeli bir mahlûk” olduğunu ifade etmişti. Ahmetinecat’ın sorumsuz söylemleri nedeniyle İran üzerinde yarattığı bir tahribat var. Özellikle dış politika alanında. Rafsancani’nin dile getirmek istediği, Trump’ın da aynı şekilde sorumsuz söylemlere sahip olması. Hem kendi ülkesi, hem Ortadoğu, hem de küresel ölçekte büyük travmalara neden olabileceği. İran nezdinde ciddi bir tehdit olarak algılanan Trump’ın, özellikle Obama sonrası sıkıntıya düşen Körfez Araplarını rahatlattığını söylemek mümkün. Nitekim Suudilerden yükselen “Yeniden ABD’ye yatırımlar yapacağız” sözü bu açıdan çok anlamlı. Bu arada İran’ı yönetenlerin ciddi bir sorgulama içerisine girmeleri gerekiyor. Her fırsatta bol bol kullanılan Anti Amerikancı söylemlerin neye hizmet ettiğini artık anlamaları lazım. Jeopolitik olarak İran’a bir göz atarsanız küçük aşiret devletlerinin tam karşısında yer aldığı kocaman bir coğrafya göreceksiniz. Doğal olarak bu küçük aşiret devletleri karşılarındaki devden korkuyorlar. Coğrafi bütünlüğünü sağlamış büyüklüğünden, tarihsel derinliğinden dün de çekiniyorlardı, bugün de çekiniyorlar. Dolayısıyla sürekli bir dış güç, bir ittifak arayışı içerisine giriyorlar. Devrim başarıya ulaştığından beri bütün sloganlar ve söylemler öncelikle İslam’a ve sonra İran’ın kendisine zarar veriyor. Amerika’nın ve İsrail’in çıkarlarına hizmet ediyor. Bölgeden Amerika’yı çıkarmanın yolu onu askeri olarak tehdit etmekle ya da bölgedeki müttefiklerini tehdit etmekle gerçekleşecek bir hadise değildir. Bakın bu geçmişte SSCB’nin düştüğü tuzağın ta kendisidir. Tehdit söylemleriyle bir yere varmak mümkün değildir. İran’ın füze denemeleri yoluyla gözdağı vermeye çalışması bir yandan gülünç olmakla beraber diğer yandan vahim bir sonuca yol açmaktadır. Gülünçtür, zira tehdit etmeye çalıştığı ABD nezdinde bunlar oyuncak mesabesindedir. Vahimdir, bu şekilde oluşan tehdit algısı kendisine dış destek arayan Arap devletlerini daha da ABD ve İsrail çizgisine doğru itmektedir.
***
Ali Semin – Ortadoğu Uzmanı
Ortadoğu’da bir iş adamı
11 Eylül sonrası döneme bakıldığında İran’ın önünü açan 3 temel hadise görüyoruz. İlki, ABD’nin Irak işgalidir. Saddam rejiminin devrilmesiyle birlikte İran’ın Irak üzerinde etkinleşmeye başladığını gözlemliyoruz. Gerek bizzat İran tarafından örgütlenen Şii milis güçleri, gerekse Maliki ve Caferi gibi Şii politikacılar vasıtasıyla gün geçtikçe Irak’ın içine daha da nüfuz eden bir İran gerçeği var. İkinci hadise Arap Baharı’dır. Arap Baharı da İran’ın yayılmacılık anlamında ekmeğine yağ sürmüştür. Neden? Arap Baharı tarafından en çok zorlanan ve derin kırılmalar yaşayan iki bölgeye, Suriye ve Yemen’e bakmak yeterli. Öyle denklem değişimleri yaşandı ki Arap Baharı’nın yıkıcı etkisiyle, örneğin Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih daha önce kendisi Husilerin baş düşmanı iken şu an yönetimin başındaki Hadi’ye karşı Husilerle birlikte hareket eden birisi haline geldi. İran’ın önünü açan üçüncü ve son hadise ise Irak’ta Musul’u ele geçirmesiyle birlikte bölgede bir DEAŞ olgusunun ortaya çıkması. Nitekim, şu duruma dikkat çekmek isterim. 2003 yılındaki işgalle birlikte Irak üzerinde politik bir nüfuz kuran İran, 2014 Haziran ayından itibaren DEAŞ olgusu ile birlikte terörle mücadele argümanını kullanarak askeri açıdan da Şii milis güçleri üzerinden Irak topraklarında operasyonel bir güç haline geldi, bu anlamda bir meşruiyet zırhına bürünmeyi başardı. Trump gerçeğini anlamak için Obama’dan değil, 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren gelişen hadiseleri takip ederek ilerlemek gerekiyor. Obama dönemi Irak’tan çekiliş ile birlikte sahanın tamamen İran’a terkedildiği bir dönem oldu. Hatta şunu da rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer Obama 1-2 dönem daha Amerikan yönetiminin başında kalabilseydi İran bırakın bölgesel gücü belki de küresel bir güç haline bile gelebilirdi. İran’ın bölge üzerinde giderek etkin bir politika izlemesine Obama’nın sessiz kalışı bölge ülkelerini inanılmaz şekilde rahatsız etti. Trump ise benim gördüğüm kadarıyla çılgın filan değil, tamamıyla pragmatist bir adam. Klasik bir devlet adamı olmadığı için yöntemleri elbette farklı ve bilinen kalıpların dışında. Bu sıradışılığı şu meşhur 7 ülke olayında görmek mümkün. ABD’ye giriş yasağı konulan bu ülkelerin içinde mesela dünyadaki terörist faaliyetlerin kaynağı olarak bilinen Afganistan mevcut değil. Yine ilginç, Pakistan da yok. İran hariç diğer 6 ülkenin ortak özelliği de terör üretmesi filan değil, bizzat terör mağduru, terörden en çok çeken ülkeler olmaları. Bir de şu var. Son 40 yıl baz olarak alındığında bu ülkelerden hiçbirinin ABD toprakları içinde herhangi bir terör eylemi vaki değil. Meşhur 11 Eylül saldırılarına bu ülkelerden tek kişinin bile adı karışmamış. Devlet adamı mantığıyla bir iş yapacaksanız Suudileri, Birleşik Arap Emirliklerini, Mısır’ı hatta Lübnan’ı bu listeye eklemeniz lazım. Niçin? 11 Eylül saldırganları bu ülkelerin vatandaşları çünkü. Peki bu liste ne anlama geliyor o zaman? İran’ı listeye koydu, “Seninle çalışmak istemiyorum” demek istiyor çünkü. Bu adam devlet adamı değil, iş adamı demiştik ya. Amaç da bu zaten. Ticaret… Trump’ın ticaret listesinde bu 7 ülke yer almayacak. Bu çok açık. Oysa Obama’nın üstünü çizdiği Suudi Arabistan ile bağlar yeniden onarılıyor. Bütün bunların yanında bir de şöyle bir gerçek söz konusu. Her ne kadar görüntü olarak bir Obama-Trump karşıtlığı olsa da Bush-Obama-Trump dönemlerini yan yana koyduğumuzda bir devlet aklının işaretleri var. Bush döneminde oldukça yıpranan müdahaleci ABD imajı, Obama ile birlikte nadasa bırakıldı. Öyle ki bizzat ABD işgaline uğrayan coğrafyalar bile ABD’yi sorunlara karşı ilgisiz hatta duyarsız kalmakla suçladı. Bir imaj tazeleme politikasıydı bu ve başarılı da oldu. Örneğin bugün Trump ABD’si Suriye’ye müdahale etmeye kalksa tepki filan görmez hatta alkışlarla karşılanır. ABD, Bush döneminde yaralanan imajını Obama döneminde onardı. Artık Trump döneminde yeniden kurtarıcı ülke pozuna rahatlıkla bürünebilir.