Bir Fransa güzellemesi

Aslında her şey orada, onun gözünün önünde yaşanıyor; sendikalar hakları için savaşa Marianne’nın önünde başlıyor, polis göstericilere Marianne’nın gözü önünde saldırıyor, biber gazı yiyen eylemci de yine Marianne’nın eteklerinde soluklanıyor. Yüzü, Fransız ihtilalinin fitilinin ateşlendiği Bastille meydanına dönük bu genç kadın acaba bugün, tanık olduğu bunca şeyden sonra meydandan Paris’e baktığında ne düşünüyor? Liberté, Egalité, Fraternité (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) kavramlarını doğuran Fransız devriminin temsilcisi Marianne, bu uğurda meydanlara dökülenlere yapılanları gördükçe içinden ne geçiriyor?

Ya da soruyu şöyle soralım; Avrupa’ya demokrasi ihraç eden ve yüzyıllardır bununla övünen Fransa, artık nereye gidiyor? Yaklaşık 3 yılı aşkın süredir Anadolu Ajansı Paris Temsilciliği’nde gazetecilik yapıyorum. Fransa, bana sanatı, edebiyatı, güçlü toplumsal hareketleri, çokça Edith Piaff’ı ve az da olsa Charles Aznavour’u hatırlatırdı.

Ancak bugün artık hiç hesaba katmadığım, ismine dahi yabancı olduğum kavramların pençesinde yaşamaya çalıştığımı görüyorum. Bunlardan ilki olağanüstü haldi ya da nam-ı diğer OHAL.

Paris’te OHAL mi?

13 Kasım saldırılarının olduğu gece, Republique meydanında meslektaşım Hajer’le çalışırken Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın OHAL açıklamasını okumuş, birbirimize şaşkın şaşkın bakmıştık. Bu da ne demek oluyordu? Biri Tunus’ta diğeri ise Türkiye’de doğmuş büyümüş 2 genç gazeteci, o gece dünyanın en çok turist çeken şehri Paris’te, bir ton polis arabasının arasında OHAL’in hangi durumlarda neleri kapsayacağını anlamaya çalışıyordu. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı? Zira burası Paris’ti, OHAL kelimesiyle bile aynı cümlede bulunması abesti.

Kaderin cilvesine bakın ki gece yarısı gelen OHAL haberini bir diğer eşi Republique bulunan 2. Marianne heykelinin tam karşısında almıştık.

O gece elbette ikimiz de, 7 günlüğüne ilan edilen olağanüstü halin sonunun bir türlü gelmeyeceğini, defalarca uzatılacağını ve tam bir insan hakları ihlal mekanizmasına dönüşeceğini bilmiyorduk.

Fransa’yı epey yoğun ve karmaşık günler bekliyordu. Bu sefer Charlie Hebdo gibi değildi. Bunu bizzat o gece, arada bir arkadaşlarımla oturduğum cafelerden birinin tarandığını gördüğümde anlamıştım. “Orada ben de oturuyor olabilirdim” diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Hayatımda ilk kez bir terör saldırısının beni de hedef alabileceği korkusuna Paris’te kapılmıştım.

Oysa Türkiye bu belayla yıllardır uğraşıyordu. Ama burası Paris’ti. İsmi geçtiğinde hafızalarda müzeleri, sanatçıları, sokaklarında yapılan devrimleri, cafeleri canlanır hatta garsonlarından, dinmeyen yağmurundan, hep kalabalık metrosundan şikâyet edilirdi.

Ancak 13 Kasım gecesinden itibaren bu şikayetler yerini, haksız ev baskınlarına, polis şiddetine, insan hakları sözleşmesini rafa kaldırmaya varacak kadar türlü türlü acayipliğe bırakacaktı.

5. Cumhuriyet tarihinin en zor döneminden geçiyordu. Sınırlar bir süreliğine kapatılmış, bazı şehirlerde sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve polise sınırsız yetki verilmişti. Üstelik 4 terörist de kaçmıştı. OHAL kapsamında polis, savcılık izni olmadan evlere keyfi baskınlar düzenlemeye başlamıştı.

Hollande ve İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve, “Kusura bakmayın ama güvenlik özgürlükten önce geliyor. Hepsi sizin için” minvalinden açıklamalar yaparak yaşanan durumu normalleştirmeye çalışıyordu.

Baskınlar sadece Müslümanlara

Haberler korkunçtu. Polis evlerin kapılarını kırarak giriyor, içeriyi talan ediyor, Arapça yazılan ne varsa bir suç unsuru bulmuşçasına alıyor ve girilen evler savaş alanına çevriliyordu. Aile bireyleri, ev halkının karşısında zorla soyuluyor, üzeri aranıyor ve dövülüyordu.

Fransa İslamofobi ile Mücadele Derneği’nin (CCIF) hazırladığı raporlar tüyler ürperticiydi. Baskınlar sadece Müslümanların evine yapılırken, orantısız güç sonuna kadar kullanılıyor, engelliler, hastalara, yaşlılara hatta çocuklara bile zerre anlayış gösterilmiyordu. İşin ilginci ev baskınlarında polisin ne aradığını polisin kendisi de dâhil kimse bilmiyordu.

Hükümet, 130 evladını kaybetmiş olmanın faturasını Müslümanlara kesiyordu.

Bu süreçte 3 bin 200 ev ve işyerine baskın yapıldı, yaklaşık 400 kişi ev hapsine mahkum edildi. Bu baskınlar sonucunda hakkında dava açılan ve mahkemeye sevk edilenlerin sayısı ise bir elin parmaklarını geçmedi.

Evet, fatura Müslümanlara kesilmişti ama artık toplumun her kesiminin üzerindeki baskı artıyordu. Bir haftalığına ilan edilen olağanüstü hal türlü bahanelerle tekrar tekrar uzatılıyor, “yeni terör saldırısı kapımızda, buna mecburuz” deniliyordu.

Hollande’ın ve Başbakan Manuel Valls’in popüleritesi kısa vadede yanıltıcı yükselişler gösterse de büyük fotoğrafta hep düşüşteydi. Sosyalist hükümet, sağa kaymakla suçlanıyor hatta aşırı sağcı Ulusal Parti’nin (FN) kurucusu, Nazi destekçisi Jean-Marie Le Pen bile “Bu uygulamalar bizim dahi aklımıza gelmemişti” diyordu.

Terörle yan yana artan sorun: İşsizlik

Terör tehdidi devam ederken işsizlik de artıyordu. Sarkozy ve Hollande hükümetleri çoğu genç 2 milyon 200 bin işsiz yaratmıştı. 1960’larda daha fazla işgücü için birçok ülkeden işçiye ekmek kapısı olan Fransa 2015’de ancak yüzde 1,3 büyüyebilmişti.

Hali hazırda karmaşık bürokrasisi ve esnek olmayan pazarı nedeniyle eleştirilen Fransa, diğer Avrupa ülkelerine oranla daha az yatırımcı çekmeye başlamıştı. Ernst&Young firmasının yayınladığı son rapora göre Fransa, 2015’te en büyük 15 Avrupa ekonomisi arasında yabancı yatırımların azaldığı tek ülke olmuştu.

Çalışma pazarı yeni bir reforma ihtiyaç duyuyordu ancak bunun bu kadar zor olabileceğini o süreçte kimse tahmin etmiyordu. Takvimler Mart ayını gösterdiğinde Çalışma Bakanı Myriam El Khomri, Ulusal Meclis’e yeni bir çalışma yasa tasarısı taslağı sunmuştu.

Tasarı, günlük azami 10 saatlik çalışma süresi 12 saate çıkarılacak, iş sözleşmesinde değişiklik yapmak isteyen çalışanlar işten atılabilecek, yarı-zamanlı çalışanların haftalık 24 saat olan asgari çalışma süresi düşürülecek, fazla mesailerde daha az ödeme yapmayı öngörüyordu.

Kıyametin fitili ateşlenmişti. Sosyal hakları için canını vermeye razı Fransız toplumu, katiyen bu tasarıyı kabul etmezdi.

Sendikalar, hükümete “Geri adım at” derken muhalefete de yasanın parlamentodan geçişini engellemeleri çağrısında bulunuyordu. Ortaya ilginç bir resim çıkmıştı. Emeğin bekçisi olması beklenen sosyalist hükümet, “işçi düşmanı” diye adlandırılan yasayı savunuyor, merkez sağ ise yasaya şiddetle karşı çıkıyordu.

Mecliste tansiyon yüksekti, Valls’in konuşması sık sık yuhalamalarla kesiliyor, görüntüler, yasanın meclisten geçemeyeceğini işaret ediyordu. Ancak devreye mucizevi 49.3 formülü girecek ve yasa oylamadan meclisten geçecekti.

Fransa Anayasası’nın 49. maddesinin 3. fıkrası, başbakana, meclise sunulan herhangi bir tasarıyı oylamadan kabul etme hakkı tanıyordu.

Bu sürede sokaklar hem yasaya karşı çıkanlar hem de 49.3 formülünün kullanılmasını protesto edenlerle dolmuştu.

49.3’ün ne cumhuriyet ne de demokratik değerlerle uyuşmadığı söyleniyor, hükümetin tasarıyı oylamadan geçirmesi “demokrasi cinayeti” olarak nitelendiriliyordu.

Fransa ‘Gece Ayakta’

Yaşanan tartışmaları izledikçe istemeden Türkiye’yle karşılaştırma yapıyor, benzer bir maddenin Türkiye’de olması ve mecliste kullanılmasından sonra Avrupa’nın verebileceği tepkiyi hayal ediyor, gözümün önüne manşetleri getiriyordum.

Meclis, tasarının geçirilmesinde devre dışı bırakılmıştı. Siyasi partilere de hükümete de duyulan güven dibe vuruyordu. Gençler “başka bir siyaset” mümkün mü sorusunun cevabını arıyor, Fransız siyasetinin giderek elitleşmesini eleştiriyordu.

Bu arayış onları Gece Ayakta (Nuit Debout) eylemlerinde bir araya getirecekti. Geneli eğitimli 25-35 yaş aralığında gençler iş çıkışı Republique meydanında toplanıyor, sanattan siyasete, ekonomiden eşcinsel haklarına birçok meseleyi tartışıyor, çözüm önerileri sunuyordu.

İlk etapta sendikalar organize etmiş görünse de Gece Ayakta’nın belli bir organizatörü, sahibi yoktu. Hareketin kapıları, söyleyecek sözü olan herkese açıktı.

Sadece temel çıkış noktası aynıydı; Fransa nereye gidiyordu? Gece Ayakta eylemcileri, sadece siyaset değil, sosyal hayata ilişkin her türlü eleştirileri de seslendiriyordu.

Diplomalı gençlerin yanı sıra nostalji yaşamak isteyen 68 kuşağı da Gece Ayakta’nın içinde yer alıyor, gençlere yemekler hazırlıyor, beraber dans ediyor ve “bizim zamanımızda” ile başlayan cümlelerle gençlere deneyimlerini aktarıyordu.

Medya hükümet el ele

Medyanın en başta akın ettiği Republique meydanında gazeteci sayısı yavaş yavaş azalmaya başlıyordu. Siyasi kanat da Gece Ayakta’yı yasaklayıp yasaklamama konusunda ikilem yaşıyordu. Eleştiri okları hem muhalefeti hem iktidarı hedef alıyordu.

Ancak hükümet eylemleri yasaklamak yerine başka bir yöntem denedi. Her gece meydanları dolduran Gece Ayakta, haber kanallarının gündemine düşmeye başladı. Hareket hakkında uzun uzun köşe yazılarının, analizlerin yazıldığı günler hızla uzaklaşmıştı. Artık neredeyse hiçbir Fransız kanalı meydandan görüntü yayınlamıyor, büyük umutlarla başlayan hareket, kendine haber bültenlerinde olabildiğince az yer bulabiliyordu.

Gece Ayakta’nın devam ettiği süreçte, çalışma yasası protestoları şiddetlenmiş, neredeyse haftanın iki günü büyük eylemler düzenlenir olmuştu. Her eylemde baş gösteren bir grup, Gece Ayakta’nın meşruiyetini tamamen yitirmesine neden olacaktı: Fransız siyaseti o grubu “çapulcular” diyerek adlandırdı.

Fransızcada “casseur” olarak nitelendirilen, şiddet yanlısı, yüzü maskeli, eli molotof bombalı “çapulcular”, eylemlere ortasında ya da sonunda katılıyor, etrafı yakıp yıkıyor, polise saldırıyor, dükkanlara zarar veriyordu. Fransız basını “çapulcular”la Gece Ayakta’yı sık sık aynı cümlede kullanmaya başlamış, zaten istenilen kamuoyu desteğini bir türlü yakalayamamış olan hareket, bu grupla aynı kefeye konulduğu için marjinal, saldırgan bir hareket olarak anılmaya mahkum edilmişti.

Protestoların dozu giderek artarken çalışma yasası karşıtları ve Gece Ayakta eylemcilerinin farkını artık kimse merak etmiyordu. Hem sağın hem de sol cenahın Gece Ayakta’yı küçümsemesi ve medyanın bu konudaki körlüğü, hevesleri kursakta bırakmıştı. Artık “Gece Ayakta” yoktu ve onun yerine çalışma yasa tasarısı karşıtları gelmişti. Her bir eylemde sayıları giderek artan “çapulcular” artık meydanlardaydı. İçişleri Bakanlığı, aynı anda 200 noktada yapılan 100 binlerce kişinin katıldığı eylemlerden sonra yayımladığı basın bildirilerinde polise teşekkürler yağdırırken “çapulculara göz açtırılmayacağını” yineliyordu.

Eylemcilere demir cop

Cazeneuve ve Valls, çapulcuların etrafa ve polise saldırmasının kabul edilmez olduğunu söylüyor, bu konuda ağır yaptırımlar uygulanacağını ve bedelinin ödetileceğini kesin bir dille ifade ediyordu. Medya da boş durmuyordu: “Çapulcular” televizyon kanalları tarafından yerden yere vuruluyor, haber bültenlerini takip eden açık oturumlarda “orantısız güç” kullanmakla eleştirilen polisin aslında haklı olduğu söyleniyordu.

Eylemler arttıkça, “çapulcuların” sayısı çoğaldıkça, polis de olaylara müdahalede şiddetin dozunu artırdı. Biber gazına artık demir coplar ve Türkiye’de kullanılması yasak olan plastik mermiler eşlik ediyordu. Her eylem sonrası yayımlanan basın bildirilerinde, yaralanan polis sayısına vurgu yapılıyor, bunların hesabı sorulacak deniyor, ancak gösterilerde kaç eylemcinin yaralandığından bahsedilmiyordu.

Charlie Hebdo sonrasında düzenlenen ve dünya liderleriyle beraber 1,5 milyonun yürüdüğü eylemde bile basın kartı sormayan polis, artık eylemlerin yapılacağı meydanları kordon içine alıyordu, basın kartı olmayan freelance gazetecileri bile içeri girmesine izin vermiyordu.

Eylemlerde polisin üst üste kullandığı biber gazı kapsülleri nedeniyle nefes almak neredeyse imkânsız hale geliyor, gaz maskesiyle kendini koruyanlar bu sefer de plastik mermilerin hedefi oluyor, hiç olmadı acımasızca coplanıyorlardı.

Gazeteciler de hedefte

Polis, gazetecileri de kendisine düşman bellemişti. Kafasındaki demir kaskı almaya çalışıyor, kamerasını kırıyor, görüntü sildiriyor hatta eylemlere girmesini bile yasaklıyordu. Freelance fotomuhabiri Nnoman Cadoret’in, polisin kafasına tekme indirdiği bir göstericinin fotoğrafını çektiği için Paris’in belli bölgelerine belli saatlerde girmesi yasaklanmıştı.

Nnoman, yasak emrinin evine, özel silahlı bir polis ekibi tarafından gecenin 12’sinde, annesine neredeyse kalp krizi geçirtecek şekilde getirildiğini söylüyor. Nnoman’ın, Valiliğin gönderdiği yasak emrini sosyal medyada paylaşması işleri değiştirmiş, Fransız medyasının görmezden geldiği hadise internet kullanıcılarından büyük tepki çekmişti.

Etrafına demokrasi ve insan hakları dersi veren Fransa, polis şiddetini gösteren fotoğraflar ve görüntülerden rahatsız oluyor, bu rahatsızlığı da gizleme ihtiyacı duymuyor, sonucunda da böyle bir yasağa başvuruyordu.

Ancak gelen tepkiler üzerine Valilik “galiba bir yanlışlık olmuş aslında biz öyle demek istememiştik” şeklinde bir açıklamayla yasağı geri çektiğini duyurmak zorunda kaldı.

Eylemciler ve gazeteciler, meydanlarda biber gazına boğulurken yine Paris’le aynı cümle içinde kullanılmayacak yeni bir durum baş göstermişti; benzin kıtlığı.

Dikkat! Benzininiz çalınabilir

Sendikalar rafinerilerin önünü kesmiş, rafineri ve petrol depolarından benzinliklere yakıt yollanmasını engelliyordu. Haberler sık sık Fransızca kıtlık anlamına gelen “penurie” kelimesini kullanıyor, ancak 2016 yılında dünyanın ilk 5 ekonomisinden biri olan Fransa’da benzin kıtlığı nasıl yaşanabilir akıl almıyordu.

Bir hafta sonu yavaş yavaş başlayan rafineri eylemleri hafta başında bir anda şiddetlenmiş, ülkede benzin bulmak gerçek bir çileye dönüşmüştü. Hatta bazı bölgelerde adeta karneyle benzin uygulanmasına geçilmiş, araç başına ancak 20-30 litre benzin verilir olmuştu.

Buna da tıpkı OHAL gibi hazırlıksız yakalanmıştım. Benzinlikler önünde uzayan sıralar ve çıkan kavgalar bana, Kemal Sunal’ın “Çöpçüler Kralı”ndaki karneyle ekmek, şeker ve tüp dağıtıldığı sıraları hatırlatıyordu.

1977 yapımı olan ve Türkiye’nin o dönemki sorunlarını hem mizahi hem insani bir dille anlatan Çöpçüler Kralı’ndaki bu sahnelerin benzerlerini 2016’nın Paris’inde yaşıyordum. Hükümet ısrarla benzin sıkıntısı yaşandığını inkar etse de Fransızlar çoktan Google’da “depodan benzin nasıl sifonlanır” diye aramalara başlamıştı.

Google Trends istatistikleri kısaca şunu ortaya koyuyordu; benzin bulabilseniz bile gece yarısı birileri deponuza göz dikebilirdi.

Ben bile 33 litrelik küçük arabamın deposundaki benzini nasıl koruyacağımı düşünür olmuş, her sabah arabaya doğru giderken “Allah’ım n’olur etrafta deposu o kadar geniş araba varken kimse benim depomu sifonlamamış olsun” diyerek dua ediyordum. Dualarım kabul edilmiş olacak ki 2 haftalık kıtlık dönemini zararsız atlamayı başardım.

Ama özellikle yerel basında çıkan haberlerde herkesin benim kadar şanslı olmadığını görüyordum. Depolarını doldurmak için saatlerce sıra bekleyen Fransızlar, aldıkları benzinin gece sifonlandığından şikâyet ediyordu.

Bir şeyi daha fark etmiştim. “Benzin deposu sifonlamak” fiilini öğrenmek de Fransa’da nasip olmuş, hatta sırf meraktan (!) nasıl yapıldığına dair birçok video izlemiştim.

Benzin kıtlığıyla yaşamaya tam da alışmışken bu sefer eylemlerin boyutu değişti ve toplu taşımayla nükleer enerji santrallerine sıçradı.

Euro 2016’yla kriz bir arada olur mu?

31 Mayıs’tan itibaren demiryolları ve toplu taşımada süresiz grev başladı. Havacılık sendikaları da 11-14 Haziran’da iş bırakıyor. Bu da 10 Haziran’da başlayacak 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda büyük aksamalar olacağına işaret ediyor. Zira şampiyonayı izleyecek 2,5 milyon kişiden yaklaşık 1 milyonu yurtdışından gelecek.

Uzmanlar, Euro 2016’nın sendikaların elini güçlendireceğini düşünüyor. Hükümetin zaten terör tehdidi nedeniyle büyük güvenlik önlemleri altında yapmak zorunda kalacağı şampiyonanın bir de grev ve toplumsal hareketleri kaldıramayacağını düşünenlerin sayısı hiç de az değil. O nedenle sendikaların, grevleri 10 Haziran’a kadar sürdürmesi durumunda hükümetin ya yasayı geri çekebileceği ya da bazı tartışmalı maddelerde düzenleme yapabileceği tahmin ediliyor.

Tasarı için aslında kilit tarih Senatonun önüne geleceği 8 Haziran. Hükümet ısrarla tasarının yasalaşacağını ve asla geri adım atmayacağını söylüyor.

Medya üç maymunu oynarken

Siyasetin ve sendikaların durduğu çizgi bu kadar netken, peki medya bu bilek güreşinin hangi tarafında durmayı tercih ediyor?

Dünyanın en iyi gazetecilik okullarına sahip Fransa’da basın adeta oto sansür uygulamış, metrelerce uzayan benzin kuyruklarına ancak 2-3 gün sonra sayfalarına taşıyabilmiş, ekranlarında göstermişti.

Ulusal basından ziyade yerel basın, halka daha yakın olması hasebiyle, yaşanan sosyal hareketlenmeyi daha cesurca irdelemişti.

Sağ cenahın gazetelerinin bu süreçte suskun kalması anlaşılabilirdi ama ya solculuğuyla övünen gazeteler bu eylemleri nasıl görmezden geliyordu?

Paris’in en lüks semtlerinden birindeki benzin kuyruğunu çektiğim sırada, benzinsizlikten deliren bir sürücünün saldırısına uğrarken, bazı gazetelerin manşetlerinde hala Türkiye yer alıyor, “diktatörlüğe doğru” manşetleri atılıyor, AB geri kabul anlaşmasından dem vuruluyordu.

Fransa’nın içine girdiği delilikten bahsetmektense “etrafa caka satmak” hem daha kolay hem de risksizdi. Sonucunda Fransa’da medya 5-6 ultra zengin iş adamının elindeydi.

26 Mayıs’ta sendikalar 8. kez sokağa indiğinde Fransa’da yaşayan Türk akademisyenler ve aydınlardan da hiç ses çıkmıyordu.

Başka ülkelerdeki polis şiddetiyle ilgili vakt-i zamanında kanal kanal dolaşan, açık oturumlar düzenleyen, konferanslar veren creme de la creme aydınlarımız neredeydi?

Bir dönem Paris’te bir diplomatik temsilciliğimizde görev yapmış değerli bir büyüğüm, Fransa’da yaşayan bir akademisyen için “Paris’te sokakta tesadüfen polis coplasa düştüm diye yalan söyler. O derece göbekten bağlı” yorumunda bulunmuştu.

İnsan hakları, basın ve ifade özgürlüğü gibi temel değerlerin ihlaline verilen tepkiler, demek ki ihlalin yapıldığı ülkeye göre değişim gösteriyordu.

Tüm bu olan biteni hayretle, şaşkınlıkla ve heyecanla takip eden bir gazeteci olarak, aklım belki de tam cevabını hiçbir zaman bulamayacağım şu soruların yanıtlarını arıyor; yeni çağı kapatıp yakın çağı başlatan, sosyal devlet anlayışını benimseten, mutlak monarşinin baskısına boyun eğmeyen, ekonomik yozlaşmanın faturasının halka kesilmesini kabul etmeyen ve Fransız ihtilalini gerçekleştirenler bugünleri görse acaba ne yapardı?

Hem Republique hem Nation meydanlarından şehri gözetleyen 2 Marianne heykeli kalkıp konuşsa, acaba ne anlatırdı?

14 Temmuz 1789’da Bastille hapishanelerini basmaya gidenlerin içi, devrimin fitilinin ateşlendiği o meydanlarda, bugün gazetecilere ve eylemcilere yapılanları görünce sızlamaz mıydı?

Fatma Esma Arslan

Benzer konular