‘ABD’nin dünya genelinde 200’den fazla askeri biyolojik laboratuvarı var’ şeklindeki açıklamanın ardından ABD Temsilciler Meclisi’nin Pentagon ile ilgili tasarısı biyolojik silahları yeniden gündeme taşıdı. Temsilciler Meclisi’nden bazı üyelerin “Böcekleri biyolojik silah olarak kullandınız mı?” şeklindeki Pentagon’a yönelttikleri soru da tartışmayı başka bir boyuta soktu. Daha da ilginci ABD Temsilciler Meclisi’nin, 1950 ile 1975 yılları arasındaki 25 yıllık süreçte Pentagon’un eklembacaklıları biyolojik silah olarak kullanacak testleri yürütüp yürütmediğinin bir genel müfettiş tarafından incelemesini öngören tasarıyı kabul etmesiydi. Etkili bir biyolojik silah olan ‘kuş gribi’nde elde edilen başarı sonrasında Amerika’nın patentli ürünü Ebola virüsü ile Türkiye’deki 2002’den bu yana artarak devam eden kene ölümleri de tartışmanın tam odağında duruyor. Genellikle havadan atılarak yayılan genetiği değiştirilmiş böceklerin, musallat edildiği ülkelerde ölümcül hastalıklar yaydığı, bitkileri yok ettiği, daha etkili tarım ilaçlarına ihtiyaç duyurduğu, diğer böcekleri de mutasyona uğrattığı artık dünyanın en çok konuştuğu konular arasında. Kene, sivrisinek, atsineği, karınca, örümcek ve adı pek bilinmeyen sayısız böceğin ‘Müttefik Böcek’ adıyla ‘biyosilah’ / ‘biyolojik silahlar’ olarak kullanılıp ülkelerin açlığa ve bulaşıcı hastalıklara mâruz bırakıldığı bir dünyada F35, S400, dolar kuru, doğalgaz veyahut benzer meselelerin ne önemi kalır?
2016 yılının Kasım ayında ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı İleri Teknoloji Araştırma Projeleri Departmanı (DARPA) özel şirketlerden oluşmuş bir konsorsiyuma, 45 milyon dolar değerinde bir proje ihalesi verdi.
Projenin adı ‘Müttefik Böcek Programı’ idi. DARPA’nın resmi sayfasında yer alan bilgiye göre projenin tanımı şöyle: “Müttefik Böcek Programı, Amerikan ekin sistemini korumak amacıyla gıda arzına yönelik potansiyel doğal veya tasarlanmış tehditleri bertaraf etmeyi hedeflemektedir.
Milli güvenliğimiz tarım mahsullerine karşı doğal veya suni yollarla oluşabilecek tehditler yüzünden tehlikeye girebilir. Bu tehditler arasında patojenler, kuraklık, su taşkınları ve don gibi tabii felaketler olabileceği gibi diğer devletler veya devlet dışı aktörlerin tasarladığı tehditler de bulunabilir. Müttefik Böcek Programı bu tür saldırıların etkilerini hafifletmek amacıyla sadece bir yeşerme sezonunda etkisini gösterecek hızda yetişkin mahsulleri hedefleyecek tedavi yöntemleri geliştirir…
Programın başlangıcından beri, moleküler ve sentetik biyoloji dallarında uzman takımlar bitki virüs geni düzenlemesi ve hastalık vektör biyoloji konularında büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir…
DARPA araştırmanın biyogüvenlik ve biyoemniyetine hassasiyetle vurgu yapar. Tüm çalışmalar kapalı laboratuvarlarda, seralarda veya diğer emniyetli tesislerde gerçekleştirilmektedir. DARPA araştırmanın paylaşılması için kaynak sağlamayacaktır.”
TARIM, MİLLİ GÜVENLİĞİN BİR PARÇASIDIR
Burada üstünkörü olarak verilen bilgilere bakıldığında, DARPA’nın temel varsayımının şu olduğu görülebilir: Tarım, milli güvenliğin bir parçasıdır. Savunma Bakanlığı’nın bir kolu olarak DARPA’nın ziraatı hedef alabilecek tehditlere karşı tedbir almaya çalışması da bu çerçevede eşyanın tabiatı gereğidir.
Ancak DARPA’nın bu projesini önemli kılan nokta, milli güvenliğe tehdit sayılan don, su baskınları, kuraklık vs. gibi tabii afetler dışında “devlet veya devlet dışı aktörler” ibaresidir. Yani DARPA’ya göre tabii afetler dışında bir başka devlet veya terör örgütü ABD tarımını hedef alabilir.
DARPA BİR ÜLKENİN ZİRAATINI BİTİREBİLİR
Öte yandan, işin göz ardı edilmeye çalışılan kısmı şu: Bu proje her ne kadar savunma amaçlıymış gibi görünse de, araştırmalar sonucu elde edilecek birikim saldırı amacıyla da kullanılabilir. DARPA bu araştırmanın sonucunda bir ülkenin tarım sistemini yok edecek bir silah geliştirebilir. Ayrıca bunu geliştirmediğinin de bir garantisi yok.
Keza bu araştırmaya dair sıkı eleştiriler içeren “Tarım Araştırması mı Yeni Bir Biosilah Sistemi mi” başlıklı bir makaleyi Avrupa’dan üç bilim insanı 2018 yılının Ekim ayında ünlü Science dergisinde yayımladı.
BÖCEKLER SİLAHA DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR
Projenin detaylarına hâkim olan bu üç kişi, araştırmanın detaylarını açıkladılar. Buna göre Müttefik Böcek Programı, genetiği değiştirilmiş bulaşıcı virüsleri, çeşitli böcekleri vasıta olarak kullanarak önceden belirlenmiş bir alana yaymayı ve o bölgedeki mahsullerin çoğalmasını sağlayan genetik yapıyı doğrudan değiştirmeyi hedefliyor. Projenin adındaki Müttefik Böcek de buradan geliyor. Dolayısıyla araştırmacılar söz konusu sistemin savunma amacından çok, Biyolojik Silahlar Sözleşmesi’ni ihlal edecek, saldırı amaçlı bir biyosilah olabileceğini vurguluyorlar.
Keza bir bitkinin hücresel yapısını, laboratuvarda üretilmiş virüsler vasıtasıyla doğrudan düzenlemenin tabiatta bulunan hiçbir felakete karşı savunma amacı taşıyamayacağını iddia ediyorlar ki, son derece mantıklı bir tespit.
Bu ifşaatın ardından insan düşünmeden edemiyor: Acaba çevremizde son zamanlarda giderek yaygınlaşan bulaşıcı hastalıklar ve ölümcül salgınlar bu tarz bir projenin meyveleri olabilirler mi?
BİR BİYOLOJİK SİLAH OLARAK BULAŞICI HASTALIK
Tarih boyunca bulaşıcı hastalıkların çeşitli savaşlarda, kuşatmalarda kullanıldığını biliyoruz. Ortaçağ ve öncesinde çeşitli şehir ve kale kuşatmalarında veba vb. salgından ölmüş kişilerin cesetleri, mancınıklarla karşı tarafa atılır, hastalığın bulaşması hedeflenirmiş. Yakın Çağ’a geldiğimizde mesela Amerika kıtasında 18. yüzyılda İngilizlerle yerliler arasındaki çatışmalarda, yerli kabilelerin nüfusunu azaltmak için İngiliz komutan Sir Jeffrey Amherst’in çiçek hastalığının kullanılabileceğini önerdiğini biliyoruz. (Christopher, L. G. W. (1997). Biological Warfare. JAMA, 278(5), 412. Bu ve sonraki bilgiler aynı kaynaktan.)
İngilizlere ait bir kalede 1763 yılında ortaya çıkan çiçek salgını, Amherst’in planının devreye girmesine olanak sağladı. Amherst’in komutasındaki subaylardan biri, kaledeki hastalara ait yorgan ve diğer giyim eşyalarının yerlilere verilmesini mümkün kılar. Akabinde yerliler arasında çiçek hastalığı baş gösterir. Ancak söz konusu salgının ne kadarının Amherst’in planı sayesinde olduğu, ne kadarının yerlilerle koloniciler arasındaki irtibat sayesinde geçtiği bilinemez. Ancak bulaşıcı hastalıkların bir silah olarak tahayyül edilebildiğini biliyoruz.
Japonya 1932 yılından İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek, işgali altındaki Mançurya topraklarında 731. Birim adıyla kurduğu tesislerde biyolojik silah araştırmasında bulunuyor. 1942 yılında ABD hükümeti, Utah ve Missisipi civarında kurduğu tesislerde biyolojik silah araştırmalarına başlıyor. Savaş sırasında çeşitli bakteriler üzerinde yapılan araştırmalar sonrası 5000 adet bombanın üretildiği ancak savaş sonunda tesislerin, ticari amaçlarla ilaç üretimine geçtiği belgelerde mevcut.
Hatta Pasifik Savaşı esnasında savaş esiri olarak ele geçirilen 731. Birim’de çalışmış Japon bilim adamlarına da ABD hükümeti dokunulmazlık sağlayarak söz konusu araştırmaları savaş sonrasında devam ettirdiği biliniyor.
ABD ŞEHİRLERİNDE BİYOLOJİK SİLAH DENEYLERİ
1950-53 arasında cereyan eden Kore Savaşı sırasında biyolojik silah araştırmaları daha da genişletilerek, mikroorganizmaların silah olarak geliştirilmesine devam ediliyor. (Çin, Sovyetler Birliği ve Kuzey Kore, ABD’yi Kore Savaşı sırasında biyolojik silah kullanmakla suçluyorlar. Ancak ABD suçlamaları kabul etmiyor.)
Fort Detrick ve Pasifik Okyanusu kıyılarında hayvanlar üzerinde deneyler yapılıyor. 1955 yılında gönüllü asker ve siviller üzerinde ilk insan deneyleri tatbik ediliyor. Havayolu ile bulaşabilen francisella tularensis ve coxiella burnetii türündeki ölümcül bakteriler, gönüllüler üzerinde deneniyor. Daha da ürkütücü olanı ise 1949 ile 1968 yılları arasında New York, San Francisco gibi şehirlerde aoerosolleştirme vb. gibi yöntemleri gözlemek için gizli deneyler gerçekleştiriliyor. 1951 yılında Standford Üniversitesi Hastanesi ve genel olarak San Francisco’da yaşanan bir salgın sonrası (Serratia marcescens endocarditis) toplanan uzmanlar paneli, söz konusu deneylerden habersiz salgının sebeplerini araştırıyor ancak bir sonuca ulaşamıyor.
Daha sonra ordu kayıtlarını inceleyen araştırmacılar, bu salgının deneylerle alakalı olabileceğini görüyor. 1976 yılına gelindiğinde kamuoyu deneylerden Washington Post gazetesinde yayınlanan bir makale sayesinde haberdar oluyor. Orduya ait tesislerin kurulu olduğu bölgelerde gözlenen çeşitli salgınların bu deneylerle ilişkili olabileceğini düşünen ABD vatandaşları giderek seslerini yükseltiyorlar.
DEVREYE CIA GİRİYOR
1977’ye gelindiğinde oluşan kamuoyu baskısı sonucu ABD Senato’sunda toplanan araştırma kurulu orduyu yaptığı gizli deneylerden dolayı “ağır şekilde eleştiriyor.” Özetle, 1960 yılında ABD ordusunun elinde tarım ürünlerini hedef alarak, mahsullerin ölmesini, dolayısıyla kitlesel açlığa sebep olabilecek sayısız patojen bakteri, toksin ve mantar patojeninin bulunduğu biliniyor.
Bunun haricinde Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) da söz konusu araştırmalar ve geliştirilen biyolojik silahlardan faydalandığı; bunların kullanımına dair tüm belgelerin ise 1972’de yok edildiği belgeleriyle mevcut. Yukarıda bahsi geçen DARPA’nın finanse ettiği Müttefik Böcek programının bir anda ortaya çıkmadığını, 50’lerden beri ABD’nin gizli olarak söz konusu projeleri geliştirdiğini görmüş olduk.
CIA’in işin içinde olması ise ne yazık ki bu tarz silahların başka ülkelerde denenip denenmediği sorusunu akla getiriyor. Örneğin Afrika’da sürekli ortaya çıkan Ebola salgını veya Türkiye’de son yıllarda giderek daha yaygınlaşan Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi, ABD veya başka bir ülkenin ordusuna ait laboratuvarlarda elde edilmiş bir biyolojik silahın sonucunda çıkmış olabilir mi? Bu soruyu haklı kılan olgu ise yakın bir zamanda gerçekleşmiş bir olay.
EBOLA BİR BİYOLOJİK SİLAH OLABİLİR Mİ?
2004 yılında New York Times gazetesinde yayılan bir haberde, SSCB döneminden kalma eski bir biyolojik silah laboratuvarında 5 Mayıs’ta Antonina Presnyakova adındaki bir Rus bilim kadınının, üzerinde çalıştığı Ebola virüsünü içeren bir iğneyi yanlışlıkla kendisine batırmak suretiyle Ebolaya yakalandığı ve kısa sürede öldüğü bildirildi.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ABD hükümeti milyonlarca dolar harcayarak Rus yetkililerle işbirliği içerisinde Sovyet biyosavunma araştırma merkezlerinin güvenli bir şekilde kapatılması için çalışma başlatmıştı. Kazanın olduğu laboratuvarın bu çalışmaya dâhil olmadığı haberde geçen detaylardan biri.
YENİ MASAL: BİYOSAVUNMA
Aynı haberde bu olaydan aylar önce benzer bir şekilde Fort Detrick’deki (bu yeri hatırladınız mı?) orduya ait biyosavunma laboratuvarında ismi verilmeyen Amerikalı bir bilim kadınının başına benzer bir kaza geldiği, ancak virüsü kapmadığı belirtiliyor. Görüldüğü üzere Rusya ve ABD, Ebola virüsünü askeri laboratuvarlarda test etmiş ve halen üzerinde çalışmaktalar.
Ebola belki insan müdahalesi olmadan, tabii bir şekilde ortaya çıkmış olabilir ancak her ne olursa olsun, ortaya çıktıktan sonra biyosilah olarak üzerinde çalışıldığı yadsınamaz bir gerçek. Çünkü temel argümanları şu: “Ya biri bunu bize karşı silah olarak kullanmak isterse? Karşılık verebilmemiz, caydırıcı olabilmemiz için bizim de buna sahip olmamız gerekiyor.”
Savunma amacıyla diyerek sonunda kendileri bir silaha dönüştürüyor. Bu durumda sadece Ebola mı var? Hayır, Çiçek virüsü de benzer şekilde hala ABD ve Rus ordularına ait laboratuvarlarda saklanıyor ve üzerinde çalışmalar yapılıyor.
ÇİÇEK VİRÜSÜNÜ YOK ETMEK İSTEMİYORLAR
Dünya Sağlık Örgütü’nün çağrılarına rağmen her iki ülkenin de ellerindeki Çiçek virüsünü yok etmek istememesi, ilginç bir sebebe dayanıyor. 2011 yılında Obama yönetiminin Sağlık Bakanı Kathleen Sebelius, DSÖ’ye verdiği cevapta ellerindeki virüsü yok etmeme sebebini şöyle açıkladı: “Her ne kadar elimizde çiçek virüsüne ait numuneleri saklamak ufak bir risk taşısa da, Rusya ve ABD o örnekleri yok etmenin çok daha riskli olduğunu düşünüyor. Henüz varlığı açıklanmamış veya unutulmuş stokların olması gayet mümkündür. Bunun yanında, virüsün sebep olduğu hastalığın yok edilmesinin üzerinden 30 sene geçmiş olsa da, virüse ait genetik bilgi hem internette mevcuttur, hem de elinde uygun aletler bulunan kötü niyetli kişiler laboratuvarda yeni bir çiçek virüsü oluşturabilir. Elimizdeki örnekleri yok etmek, bundan dolayı dünyayı savunmasız bırakabilir.”
Sözün özü: ABD, Çin, Japonya ve Rusya gibi devletlerin elinde İkinci Dünya Savaşı’ndan beri geliştirdikleri biyolojik silahlara ve ölümcül mikroorganizmalara dair devasa bir külliyat ve mühimmat stoğu mevcut. Özellikle ABD bu birikimin sadece ve sadece savunma amaçlı olduğunu iddia etse de, saldırı amacıyla kullanmayacaklarının garantisi yoktur.
İLK HEDEF TÜRKİYE OLABİLİR
Müttefik Böcek Programı’nın gösterdiği gibi savunma bahanesiyle doğanın en masum yapı taşlarını bile silah olarak kullanabilecek kapasiteye sahip olmayı amaçlamaktadırlar. Oysa kendileri dışında bu kapasitede bir saldırıyı düzenleyebilecek devlet veya devlet dışı aktör neredeyse yoktur. Tarım ve biyoçeşitliliği stratejik bir kapasite olarak değerlendiren bu akıl, Türkiye gibi her ikisi açısından zengin ülkeleri ise kendine rakip görüp, bizi bundan mahrum etmek isteyebilir. Sahip olduğumuz tabii zenginliklerimiz, milli güvenliğimizin vazgeçilmez unsuru hâline gelmiştir.