Dünya, bir süredir Suriye’deki vekâlet savaşları (proxy war) ile kristalleşen bir mikro, postmodern Üçüncü Dünya Savaşı’nın içinde. Askeri unsurların da yoğun olarak kullanıldığı, ama istihbaratın merkezi önemde olduğu bir savaş bu. Mart 2011’den beri, yani yaklaşık beş yıldır süren Suriye İç Savaşı yalnızca savaşın vuku bulduğu ülkenin değil, bölgenin ve giderek Türkiye’nin de güvenliğini tehdit eder hale geldi. Şimdilerde ateşkes ihtimalinin konuşulduğu Suriye, kalıcı bir barışa kavuşmadıkça Ortadoğu’ya ABD ve Rusya tarafından dozu giderek yükselen ‘istikrarlı bir kaos’ yerleştirilmiş olacak.
Bu yazıda ABD’li bir askeri uzmanın bundan 16 yıl önce kaleme aldığı bir rapor bağlamında Türkiye’ye yönelik bölgesel kuşatmanın şifrelerini çözmeye çalışacağız. Mezkur rapor, ABD Kara Kuvvetleri’nin resmi yayın organı olan Parameters dergisinde, 2000 yılında yayınlanmış. Yazarı Michael Robert Hickok. Başlığı ise ‘Yükselen Hegemon: Türk Stratejisi ile Askeri Modernizasyonu Arasındaki Uçurum.’
Savunma harcamaları hayra alamet değil
Raporda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin savunma modernizasyonunda ileri aşamalara ulaşmasının ABD ve Batı için dezavantaj yaratabileceği yönünde iyi niyetli olmayan görüşler var. Bu da gösteriyor ki ABD, daha 2000 yılında Türkiye’nin yükselişine dur demeye karar vermiş.
Raporda NATO’nun geri kalanı askeri kurumsallaşmasının boyutlarını küçültürken Ankara’nın yüksek savunma harcamaları yapmaya devam etmesi ‘hayra alamet olmayan’ bir şey olarak değerlendiriliyor. Ve hatta Türk güvenlik politikasının öngörülemez yükselişinin bölgesel istikrarsızlığa katkı yapacağı iddia ediliyor.
Bu rapordaki güvensizlik cümlelerine ABD ile 2003 Irak tezkeresinden sonra ve 2011’de Suriye İç Savaşı’nın başlangıcından bu yana yaşanan anlaşmazlıkları da ekleyince asıl uçurumun, raporun başlığında söylendiği gibi Türk stratejisi ile askeri modernizasyonu arasında değil, ABD’nin bölgesel politikaları ile Türkiye’nin çıkarları arasında olduğu görülüyor.
Raporda Ankara’daki karar vericilerin 1940’lardan beri süregelen stratejik savunma anlayışından daha iddialı güvenlik politikalarına yöneldiği belirtiliyor.
Değeri arttı güvenilirliği düştü
Yazının ilerleyen bölümlerinde Türkiye’nin 1990’lı yılların sonundaki askeri kapasitesi, tanklardan helikopterlere, taktik füze sistemlerinden uçaklara kadar detaylı biçimde analiz ediliyor.
Şu ifadeler rapordan: “1990’lı yıllar boyunca gerçekleştirilen ihtiraslı ulusal güvenlik stratejisi ve kanıtlanmış askerî yetenekleri, tüm bölgede yeniden bir jeopolitik yapılanmayı zorlarken Türk Ordusu, sadece sınırları dışında faaliyet gösterme gücüne sahip değil, aynı zamanda bu konuda isteklidir.”
Şu ifadeler de dikkat çekici: “Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik aktörü olarak yükselmesi komşuların dikkatinden kaçmaz iken, Türkiye’nin bölgesel hâkim güç olarak ortaya çıkma olasılığı, Batı için olumlu ve olumsuz tarafları olan karmaşık bir durumdur. Washington, uzun zamandan beri Türkiye’nin uluslararası alandaki en güvenilir müttefikidir. Ancak, Amerikalı karar alıcılar, Türkiye’nin dış politikada ve güvenlik konularında giderek daha aktif olmasına hazırlıksızdır. Türkiye’nin müttefik olarak gerçek değeri artarken, Ankara daha az güvenilir bir güvenlik ortağı olmuştur.”
MHP’li Ümit Özdağ da bu rapordan 6 Ağustos 2013 tarihli Ergenekon Davası ve Türk Ordusu başlıklı yazısında bahsetmişti. Özdağ, ABD’li uzmanların Türkiye’nin daha zor ve hatta daha güvenilmez bir müttefik haline geldiğini düşündükleri yönündeki görüşünü yazısında paylaşmıştı.
Biz de ABD’ye güvenmiyoruz
ABD’nin de Türkiye için güvenilmez bir müttefike dönüştüğü artık biliniyor. Türkiye’nin, başta PKK, PYD sorunu olmak üzere pek çok sorununun çözülmesi de artık Suriye’ye bağlı. Ama ABD PYD’yi ısrarla destekliyor.
Türkiye’nin Suriye planlarının çoğunun, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) ve Rusya’nın planlarına aykırı olduğu artık biliniyor. Mesela Irak’tan Akdeniz’e uzanan enerji koridorunun nereden geçeceğiyle ilgili görüş ayrılıkları netleşmiş durumda. Türkiye’nin Mesut Barzani yönetimindeki Irak Kürdistanı ile güçlü ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmiş olması ABD ve Rusya’yı rahatsız ediyor. Bu görüş ayrılığı, Barzani’nin Irak’ın fiilen üçe bölündüğü şu süreçte bağımsızlık ilan etme isteğiyle birleşince ABD-Rusya-İran ve Türkiye arasında Irak’tan Akdeniz’e uzanan koridorla ilgili bir stratejik rekabet fayı oluşturuyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın terörle mücadele sürecinden sonra Türkiye’nin muhatabının Kandil ve HDP olamayacağını açıklaması Kürtlerle işbirliğinin Barzani üzerinden götürüleceğinin göstergelerinden biri. Muhatap PKK ve HDP olmayacaksa kimler olacak: Türkiye’nin Güneydoğusu’ndaki dindar Kürtlerle Barzani’ye yakın siyasi çizgiyi benimseyen Kürtler.
Türkiye’nin stratejisi PKK ve HDP’yi devre dışı bırakmak kaydıyla Anadolu’yu Kürt koridoru haline getirme olarak özetlenebilir. Kürtlerin kahir ekseriyetinin Türkiye’den ayrılmak istememesi bu stratejinin sosyo-politik dayanaklarından biri. Ne var ki PKK, ABD ve Rusya’nın kışkırtmasıyla her zamanki gibi bölgenin sosyolojik ve politik gerçekliğine tamamen zıt bir strateji geliştirmiş durumda ve bu yüzden yaklaşık 35 yıldır olduğu gibi Türkiye’de yine kaybetmeye mahkûm.
ABD, Türkiye ile Barzani yönetiminin işbirliğinin petrol anlaşmaları ile tescillenmesini, Türkiye’nin bölge ülkeleri ve halklarının çıkarlarını kendi inisiyatifiyle tahkim etmeye çalışmasının bir tezahürü olarak görüyor. ABD, Türkiye’nin bölgede orta, uzun vadeli özerk politikalar üretmesinden rahatsız. Rusya ise Türkiye ile ilişkilerine ABD kadar stratejik, en azından uzun vadeli bakmıyor. Özellikle 24 Kasım 2015’te Rus uçağı Türk F-16’sı tarafından düşürüldükten sonra Suriye konusundaki politik ayrılık iyice belirginleşti ve Rusya, bu olaya bir tepki olarak bölgedeki uzun vadeli ekonomik çıkarlarına ters politikalar geliştiriyor.
Rus aklı derinleştikçe küçülüyor
Türkiye, malum olduğu üzere sadece ABD ile değil, bir diğer küresel lider Rusya ile de kriz yaşıyor. Türkiye-Rusya krizinin ne kadar devam edeceğini ve nerelere evrileceğini anlamak için de Rus devletinin üzerinde durduğu derin devlet konseptinin, ‘çekirdek devlet aklı’nın kodlarını anlamak gerekiyor.
Rus devleti Matruşka’ya benzetilebilir. Bu teşbih de iki türlü okunabilir: Rus devletinin bir derinliği var ve krizlerde çekirdek akıl devrede. Ne var ki bu devlet aklı açıldıkça küçülüyor da. Rusya’da eski gizli servislerde, KGB ve GRU’da görev yapmış kişilerin etkin olduğu bir tür ihtiyarlar heyeti gibi çalışan gizli bir devlet yapılanması var. Bu yapılanma sadece Rusya Federasyonu’nda değil, ülkenin bir dönem hinterlandında bulunan Ukrayna gibi ülkelerde Viktor Yanukoviç gibi Rus yanlısı politikacıların yanına danışman yerleştirmek suretiyle ülke siyasetini şekillendiriyor. Yanukoviç’in 2014’te Ukrayna’da hükümet aleyhine protestolar sonucunda ülkeden ayrılıp Rusya’ya yerleşmesi boşuna değil.
Bu devlet yapılanması, özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Kafkaslar ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerindeki ihtilaflarında -teşbihte hata olmaz- âdeta mafya usulleriyle payını almak için devreye giriyor ve gerektiğinde Ukrayna’da olduğu gibi Vekâlet Savaşı ve Ekim 2015’ten beri Suriye’de olduğu gibi doğrudan savaş ile şiddet kullanmaktan çekinmiyor.
Ve yine tıpkı mafya gibi belirli bir pay verdikçe hep daha fazlasını isteyen bir anlayışla hareket ediyor.
Putin’in; otoriter yanını, milletinin güç ve iktidar sembolü Rasputin’den miras aldığını da varsayabiliriz. Son Çar 2. Nikolay’ın danışmanı olan gezgin vaiz Grigori Rasputin, Çarlık Rusyası’nda sarayda muazzam bir güce erişmiş, bir tür paralel ya da matruşka devlet kurmuştu. Ne var ki tek başına hareket ediyordu ve zaten yıkılmakta olan bir imparatorluğu kurtaracak çap ve güçte biri değildi.
Vladimir Putin derin devlet yapılanmasının üzerinde siyasal iktidarını sürdüren bir figür ve bu yüzden her daim o derin yapılanmayı hoşnut etmek zorunda. Türkiye’de ise durum farklı. Recep Tayyip Erdoğan bir millet projesi, böylelikle devlet ve millet çıkarlarının nerede buluştuğunu görebiliyor ve kriz hallerinde bu doğrultuda hamleler yapıyor.
Büyük Ayı büyük ayıp etti
Rusya, bir başka deyişle ‘Büyük Ayı’, uçak krizinin başından beri Türkiye’ye yönelik düşmanca bir tutumu benimsedi. Bunun kızgınlık mahsulü bir tepki olduğunu düşünmek yanlış olur. Rusya, Suriye’ye hava unsurlarını gönderirken her ihtimali hesaplamış ve ona göre bir stratejik plan yapmıştı. Türkiye ile karşı karşıya gelirse PYD, PKK gibi kartları açacaktı. Bunu yaptı da. Rusya’daki Türk’lere eziyet, balıkçı teknesine ateş açmak ‘Büyük Ayı’nın ‘Büyük Ayı’plarından sadece ikisi. Kısmi ekonomik ambargo politikaları yürütmek, Suriye’deki Türkmenleri bombalamak, HDP’ye siyasi destek vermek, PYD, hatta PKK’yı silahlandırmak Rusya’nın Türkiye karşıtı faaliyetlerinden sadece birkaçı.
Rusya kartlarını birer birer açarken Türkiye bu konuda hiç aceleci davranmıyor. Mesela Batı’nın ekonomik ambargosuna katılma, Kırım’ın muhalif Tatarları ile muhalif Çeçenler’in hamiliğini üstlenme gibi kartları devreye sokmuyor.
ABD-Türkiye anlaşmazlığı ve Rusya-Türkiye krizi, beş yıldır Obama yönetiminin basiretsizliği, Putin yönetiminin harisliği ve Birleşmiş Milletler daimi beşlisinin duyarsızlığı yüzünden derinleşen Suriye krizini daha da derinleştirecek bir gelişme. Ama ABD’nin 2000’li yılların başında hazırladığı raporlar gösteriyor ki Türk-Amerikan ilişkilerinin bu derece bozulma ihtimali Washington tarafından hesaplanmıştı. Rusya’nın Suriye’ye ABD onayıyla gelip Türkiye karşıtı operasyonlar yapmasının muhtemel sonuçları da her iki küresel güç tarafından hesaplanmış olmalı. Kim bilir belki bu da Anadolu’yu kuşatma, Türkiye’yi geriletme operasyonunun bir parçası.