Avrupa’da mülteci karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı artık bir devlet politikasına dönüştü. Mültecilere herhangi bir şekilde yardım etmenin, yetkililere haber vermeden tedavi etmenin, yani en basit şekliyle konuya dair vicdani her eylemin bedeli ağırlaştırılmış durumda. Belçika’da sokak ortasında başörtülü kıza vahşice saldıran ırkçıların kızın vücuduna kesici aletlerle haç kazıma cesareti de bu nedenle. Avrupa siyasetine atılan format, daha kapalı ve faşizan bir Avrupa’yı öngörüyor. Sarışın, beyaz, arî Avrupa sokakları ise buna dünden razı.
“Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzlardı, devletlerini bıraktıklarında artık devletsizlerdi, insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızlardı, yeryüzünün posasıydılar.” Bundan yaklaşık 75 yıl önce söylendi bu sözler. Dünyanın tıpkı bugünküne benzer şekilde büyük savaşları, soykırıma varan kitlesel kıyımları ve büyük göç hareketlerini konuştuğu günlerdi. O gün ‘yeryüzünün posası’, Arendt’in de mensubu olduğu kitleydi. Yer Avrupa sınırları, fail Nazi Almanya, onların hışmına uğrayan kitle Yahudilerdi.
Arendt’in etkileyici şekilde tanımladığı kaçış psikolojisi ve trajedi, bu anlatıdan yıllar sonra, yine Avrupa sınırları içinde, ancak bu kez belki bağlamsal olarak daha da trajik bir biçimde yeniden hayata geçiyor. Avrupa tam “kuruttuk” dediği yarayı yeniden, üstelik daha kurumsallaşmış ve yaygın şekilde hayata geçiriyor. Modern Avrupa tarihi bir kez daha derin bir paradoks içinde. Avrupa görünürde ve sözde hala demokrasinin merkezi. Ancak sokaklarda yabancı düşmanlığı ve faşizmin, siyasette toplama kamplarının yeniden kabul gördüğü bir kandırmacanın tam da merkezi.
Yurtsuz, devletsiz, haksız
Göç, yaşam alanımız olan toprakların değişmez gerçeklerinden biri. Bu topraklarda gelmekle gitmek arasındaki o akış hiç kesilmez. Ancak hayırlara vesile olmayan gidişler, bu coğrafyanın insanının çoğu kez kendi iradesi dışında gelişen bir süreç. Bir iç savaş, kuraklık, açlık, köle ticaretleri, hepsi ve pek çok şey daha göçmenlik müessesini doğuruyor.
Bugün yani Arap isyanları sonrası, göçmenlik dünya siyaseti içinde büyük fırtınalar koparan bir mesele. Avrupa için neredeyse en büyük tehdit unsuru haline gelmiş durumda. Koca kıta bütün politik ve sosyal kurgusunu bu yeni tehdit zemininde inşa ediyor. Göçmenler giderek daha fazla istenmeyen özne oluyor, Avrupa’nın refahını tehdit etmekle, Avrupalıların ‘zenginliklerine’ göz dikmekle, görsel konforu bozmakla itham ediliyor. Yurdundan, devlet aygıtının sahipleniciliğinden ve hukukun kuşatıcılığından mahrum bırakılan yüzbinlerce insan, her geçen gün daha fazla Avrupa’nın demokrasi ve insan hakları argümanlarını zorluyor.
Savaşı değil göçmenleri bitirmeye odaklı siyaset
Dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük dramını yaşıyor. 7 yıldır hemen her gün duyageldiğimiz bu cümle etkisini çoktan yitirmiş olsa da, Mart 2011’de 22 milyon olan Suriye nüfusundan kopan yaklaşık 6 milyon insan, özellikle Avrupa siyasetinde eylem ve söylem biçimine doğrudan etki etti.
Gelinen aşamada Avrupa merkezli siyaset Suriye ile değil, ülkeden kaçmak zorunda kalan Suriyelileri nasıl kapı dışarı edeceği ile meşgul. Batı dünyasında öncelik, mümkün olan en az sayıda mülteci almak. Siyasetin adı sözde “mülteci krizi”. Oysa son AB zirvesi sonrası daha baskın şekilde anladığımız biçimde bu bir ilkesel tutarsızlık krizi.
AB mültecileri ne zaman gözden çıkardı?
Göç krizinin Avrupa’ya sıçraması 2014 yılına denk geliyor. Türkiye ve Libya üzerinden deniz yoluyla İtalya ve Yunanistan’a varmak isteyen yüzbinlerce insanın bir kısmının cansız bedenlerinin kıyılara vurması, göç olgusunu daha görünür kıldı. 2013’le birlikte göç hareketleri de, Avrupa’daki tartışmanın harareti de arttı.
Aslında Avrupa hikâyenin ilk cümlelerini nisbi bir insanilikle yazmıştı. Akdeniz‘de yüzlerce göçmenin ölümü ile sonuçlanan bot facialarını engellemek için İtalya’nın başlattığı Mare Nostrum operasyonu bunun ilk örneklerinden. Ancak ölümleri oldukça azaltan o kurtarma operasyonun İtalya’ya maliyeti arttıkça, ülke AB’den çözüm bulmasını talep etti. Mültecilerin AB siyaseti için bir mali kalem haline gelmesinin başlangıcı bu talep oldu. Savaş mağdurlarıyla ilgili gayrı insani politikaların üretilmeye başlaması da işte tam bu evreye denk geliyor.
AB olaya daha ziyade güvenlik yaklaşımı çerçevesinde bakmayı tercih etti ve bu operasyonların sınır güvenliğinden sorumlu Frontex’e bağlanmasını kararlaştırdı. Yani operasyonlar artık belli kapsamda ve belli sınırlarda yapılacaktı ve herkes kurtarılmayacaktı. Bu karar açıkça daha fazla ölümü göze almaktı.
Bu gelişmeyi, coğrafi konumu ve AB’ye ilk giriş ülkesi olması sebebiyle yasadışı yollarla AB’ye girmeye çalışan çok sayıda mülteciyle karşı karşıya kalan Yunanistan’daki yetersiz iltica sisteminin neden olduğu krizler izledi. Avrupa sokaklarında mültecilerin sayısı ile yabancı karşıtlığı siyasetinde faşizan söylemler arttı. Mülteciler artık AB siyasetine yöne veren aktörler haline gelmişti.
Avrupa siyaseti ve sokakları ‘ari ırkı’ ararken
Avrupa bugün ekonomik sıkıntılarının faturasının büyük bir kısmının mültecilere kesmeye gönüllü. Göçmen yasalarının sertleştirilmesi, yabancı düşmanlığı ve faşizmin yükselmesi hep bu nedenle. Neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde mülteci yasaları sertleştirildi. Yasa dışı yollarla Avrupa topraklarına ayak basmak dahi artık bir suç unsuru. Mültecilerin kamplarda kalma süreleri uzatıldı. İltica talebinde bulunan birçok mültecinin talebi reddedildi. Mültecilere herhangi bir şekilde yardım etmenin, yetkililere haber vermeden tedavi etmenin, yani en basit şekliyle konuya dair vicdani her eylemin bedeli ağırlaştırılmış durumda.
Avrupa siyaseti hızla ‘irticaya’ yani İkinci Dünya Savaşı günlerine sürüklenirken, çıkarılan yasalar da halk nezdinde meşru bir hale getirildi. Avrupa siyasetine atılan format, daha kapalı ve faşizan bir Avrupa’yı öngörüyor. Sarışın, beyaz, arî Avrupa sokakları ise buna dünden razı gibi.
Şansölyeye güç kaybettiren dosya
Mülteci krizinin Avrupalı siyasiler için ne türlü bir tehdit kalemi haline gelebileceğine dair ilk şoku, 13 yıldır Almanya’da başbakanlık görevini yürüten Angela Merkel yaşadı. Geçen yıl yapılan seçimlerde, önce lideri olduğu Hıristiyan Birlik Partileri yüzde 8,6’lık oy kaybı yaşadı. Ardından Şansölye hükümeti kurma konusunda büyük sıkıntılar yaşadı, iktidarı bile kaybedebileceği konuşuldu. Almanya’nın ‘demir leydisi’nin iktidarını sallayan konu mültecilere kapıyı açmasıydı.
Merkel’in ortağı CSU lideri ve İçişleri Bakanı Horst Seehofer, mülteci sorununun çözümü konusunda çok daha sert politikalar isteyip resti çekince Şansölye için AB’yi ikna etmekten başka yol kalmadı.
Son AB Zirvesinde ne oldu?
Avrupa siyasetindeki durum, nüansları hesaba katmazsak yekpare bir görünüm arz ediyor. Neredeyse bütün Avrupa ülkeleri mültecilerin Avrupa’dan uzak tutulmasını istiyor.
AB zirvesi öncesi ise tüm taraflar mülteci karşıtı pozisyonlarını aldı. Almanya bir AB ülkesinde önceden kayıt altına alınan ve başka bir AB ülkesinde iltica talebinde bulunan sığınmacılara ilişkin “AB düzeyinde” bir çözüm istedi; İtalya ve Yunanistan mülteci yükünün tamamen kendi sırtlarında olduğundan şikâyet edip Almanya gibi ülkelerin daha fazla ellerini taşın altına sokmasını talep etti; Macaristan, Polonya, Çekya ve Slovakya’dan oluşan Visegrad ülkeleri hiçbir şekilde yükü AB çatısı altında paylaşmak istemediğini beyan etti.
Sonuç herkesin istediği gibi oldu. “İkincil sığınmacı hareketlerini” engellemek için üye ülkelere izin verildi, “sığınmacı kamplarına” yeşil ışık yakıldı, sığınmacıların üye ülkeler arasında yeniden yerleştirilmesinin “gönüllülük” çerçevesinde gerçekleşmesi onaylandı. Tüm aktörlerin gönlü olsa da alınan kararlar AB’yi iç siyasetindeki çalkantılar tarafından esir almış oldu. Nazi toplama kamplarını anımsatan sığınmacı kamplarıyla AB artık kendi değerler sistemini tartışmaya açmış durumda.
Nazi ruhu 70 yıl sonra Avrupa’da
AB zirvesinin gösterdiği şu, Avrupa’da mülteci karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı artık bir devlet politikasına dönüşmüş durumda. AB liderleri, özellikle Almanya’da derinleşen sığınmacı krizi sonucu hem hukukiliği, hem de insaniliği askıya alarak “toplama kamplarına” yeşil ışık yaktı. Avrupa sınırları dışında da “toplama kampı” oluşturulurken, ulus devlet sınırları içinde de “getto” benzeri bölgeler kurulması hedefleniyor. Danimarka’da yürürlüğe giren yeni kanuna göre getto olarak nitelenen, Müslüman bölgelerdeki çocuklar, “getto çocuğu” adıyla 1 yaşından itibaren “Danimarka değerleri eğitimi” adı altında zorunlu kültürel asimilasyona tabi tutulacak.
Siyasetin ruhu sokağın ruhuyla da iç içe geçmiş durumda. Belçika’da sokak ortasında başörtülü kıza vahşice saldıran ırkçıların kızın vücuduna kesici aletlerle haç kazıma cesareti bu nedenle. Siyasetin dili ile sokağın dili arasındaki eşgüdümün ne denli güçlü olduğunu anlamak için, İslamofobik suçların en sık hangi ülkelerde işlendiğine bakmak bile yeterli.
Göçmen botları: Batıyor mu, batırılıyor mu?
AB siyaseti dümeni faşizme kırarken, Akdeniz’de de mülteci botları büyük umutlarla Avrupa’ya doğru yola çıkmayı sürdürüyor. Ancak göç karşıtı hükümetlerin iktidara gelmesi ve limanların yardım kuruluşlarının gemilerine kapamasının ardından ölümler de artıyor. 2018’nin ilk 6 ayında Orta Akdeniz’i aşarak Avrupa’ya ulaşmaya çalışan her 19 kişiden biri öldü. Bu geçen yılın iki katı bir ölümün yaşandığı anlamına geliyor.
AB içinde mültecilere yönelik tartışmanın hararetinin yükseldiği dönemlerde, Akdeniz’deki ölüm oranlarının artması akıllara “mülteci botları batırılıyor mu?” sorusunu getiriyor. Ülkelerine mültecileri almamak için türlü yollar deneyen AB ülkelerinin, mülteci botlarındaki sığınmacılara müdahale edip canlarını hiçe saymaları, hayata geçmesi imkânsız bir ihtimal değil.