İmâm-ı Buhârî: Buhara’nın batmayan güneşi

Horasan valisi Hâlid b. Ahmed, eserlerini kendisinden dinlemeyi arzu ettiğini bildirince bu talebi reddeder. İlmi küçük düşüremeyeceğini, gerçekten arzu ediyorsa hadis okuttuğu mescide veya evine gelmesini söyler. Buhâra valisinin sadece kendi çocuklarına ders vermesi yolundaki arzusunu ise “ilmi belli insanlara tahsis edemem” diyerek reddeder.

 

20 Temmuz 810 veya 13 Şevval 194’de Buhâra’da bir Cuma günü dünyaya gelen, meşhur adıyla İmâm-ı Buhârî ya da Muhammed b. İsmâil (r.a.), Sahabe-i Kiram’dan sonra en şöhretli ve en büyük muhaddis olup künyesi Ebû Abdullah’dır.

Türk kavminden olan babası İsmail Efendi hazretleri, Mâlik b. Enes (r.a.) ve Abdullah b. Mübârek (r.a.) gibi büyük âlimlerden hadis ilmi tahsil etmiş büyük bir hadis âlimidir. Annesi de saliha bir hanımdır. İmam-ı Buhârî daha küçük yaşta babası vefat edince, annesi tarafından ihtimamla yetiştirilir. Babasının hadislere dair bazı eserleri ona intikal eder. “Kazancıma bir dirhem haram ve şüpheli bir malın karıştığını bilmiyorum” diyen babasının helâl malından başka hiçbir şeyi yemez ve istifade etmez. İmâm-ı Buhârî hazretlerinin temiz midesi, akıl ve ilminin de bereketlenmesine vesile olur.

Ulema tarafından Kur’ân-ı Kerim’den sonra en güvenilir kitap kabul edilen el-Câmi’u’s-Sahih, şöhret bulan adıyla Sahih-i Buhârî onun en meşhur eseridir. Sahih-i Buhârî’yi 16 yılda 600 bin kadar Hadis-i Şerif arasından seçerek meydana getirir. Eserini Buhâra’da yazmaya başlar, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere ve Basra’da sürdürerek tamamlar.

Babasının vefatından sonra Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeyi sürdürür. 11 yaşlarında iken hocası Dâhilî’nin rivayet sırasında yaptığı bazı hataları tashih etmesiyle, kabiliyet ve zekâsının üstünlüğü herkesin dikkatini çeker. Ezberlediği hadisleri rivayet edenlerin doğum ve ölüm tarihleri, ahlâkî şahsiyetleri ve hatta güvenilir yönlerini de ezbere bilir. Henüz 15 yaşına girmeden ezberindeki Hadis-i Şerif sayısı 70 bine ulaşmıştır.

16 yaşına geldiği zaman İbnü’l-Mübarek ve Vekî b. Cerrâh’ın hadis kitaplarını tamamen ezberler. Bu sırada annesi ve kardeşi Ahmed ile birlikte hacca gider. Anne ve kardeşi memleketlerine geri dönerken Mekke’de kalır ve burada hadis tedrisatını sürdürür. Öğrendiği hadisleri hem ezberler, hem de yazar. O kadar kuvvetli zekâsı ve hafızası vardır ki, hadisi bir kere işitince veya okuyunca hemen ezberler.

İLK ESERİ 18 YAŞINDA YAZAR

Buhârî hazretleri Mekke’deki tedrisatını şöyle anlatır: “18 yaşına girdiğimde, Sahabe-i Kiram ve Tâbiînin fetvalarını topladım. Bu arada Medine’ye gittim. Rasülullah (s.a.v.) Efendimizin Kabri Şerifleri başında, geceleri ay ışığında Tarihü’l-Kebîr adlı eserimi yazdım. Bu kitapta yazdığım ve ismi geçen her zâtın, bende bir kıssası var. Fakat kitabı uzatmamak için bunları yazmadım.”

Bununla yetinmez, hem ilim tahsili, hem de Hadis-i Şerif toplamaya devam eder. Bu gayeyle devrin Bağdat, Basra, Belh, Dımaşk, Hicaz, Şam, Humus, Küfe, Mısır ve Nişâbur başta olmak üzere tüm ilim merkezlerini dolaşır.

Sekiz defadan fazla gittiği Bağdat’ta her seferinde Ahmed b. Hanbel hazretlerinden, beş kez gittiği Basra’da, Basra kadısı Ebû Âsim en-Nebîl, Muhammed b. Abdullah ve Haccâc b. Minhâl, Dımaşk’ta Ebû Müshir gibi zatlardan istifade eder. Belhliler’in isteği üzerine, onlara kendilerinden ilim tahsil ettiği 1000 hocadan birer hadis yazdırır.

Buhârî, kendilerinden hadis yazdığı muhaddislerin sayısının 1080 olduğunu söyler.

Buhârî’nin uzun ve yorucu seyahatleri sonunda muazzam bir hadis külliyatı ortaya çıkar. İmkân nispetinde tüm eserlerini yanında götürür. Çünkü bu seyahatler, ne kadar süreceği ve başına ne geleceği belli olmayan yolculuklardır.

Bugünün imkânlarıyla bile başarılması güç seyahatlerin ardından Sahih-i Buhârî adlı eserini vefatından 23 sene önce bitirir. Meşhur talebesi Firebrî, ‘el-Câmiu’s-Sahîh’i, İmam-ı Buhârî’den doksan bin talebe dinledi’ der.

BAĞDAT’TA İMTİHAN EDİLİR

Buhârî’nin Bağdat’a geldiğini duyan zamanın muhaddisleri onu imtihan etmek ister. 100 hadisin senet ve metinlerini birbirine karıştırarak bunları on kişiye verirler ve Buhârî gelince bu hadisleri sırayla sormalarını tembih ederler. Bu on kişi tespit edilen hadisleri, çeşitli İslâm ülkelerinden gelmiş olan muhaddislerin huzurunda okuyarak mahiyetleri hakkında Buhârî hazretlerinden bilgi isterler.

İmam-ı Buhârî hazretleri onlara, bu hadislerin hiçbirini okunduğu şekliyle bilmediğini belirttikten sonra ilk suâli yönelten kimseden başlayarak sordukları hadislerin senet ve metinlerinin doğru hâlini her birine ayrı ayrı söyler. Böylece Buhârî (r.a.) hakkında tereddüdü olanlar, onun nasıl bir hafıza gücüne ve ne kadar geniş bir hadis ilmine sahip olduğunu görürler. Hadis ilmindeki bu tartışmasız dirayeti sebebiyle kendisine “imam” lakabı verilir. O, artık İmam-ı Buhârî’dir. Nişâbur’a gittiğinde halk ona çok itibar eder, bu aziz zâtı iki-üç günlük mesafede karşılarlar.

DEVLET ADAMLARINDAN UZAK DURUR

İmam-ı Buhârî kendisinden ilim tahsil etmek isteyen herkese iltifat ederek hiçbir bilgiyi esirgemez. Devrin hiçbir devlet adamına ise yaklaşmaz. Saraylarına gitmeyi ilmi küçük düşüren bir davranış sayar. Horasan valisi Hâlid b. Ahmed ona bir adamını göndererek eserlerini kendisinden dinlemeyi arzu ettiğini bildirince, İmam bu talebi reddeder. İlmi küçük düşüremeyeceğini, ilmi başkalarının ayağına götüremeyeceğini, gerçekten arzu ediyorsa hadis okuttuğu mescide veya evine gelmesini söyler.

Buhâra valisinin sadece kendi çocuklarına ders vermesi yolundaki arzusunu ise, “ilmi belli insanlara tahsis edemem” diyerek reddeder. Bunun üzerine vali, yakın adamlarından bazılarının, Buhârî’nin İslam ile bağdaşmayan fikirlere sahip olduğunu iddia etmelerini sağlar. Sonra da bu iftiraya dayanarak bu aziz muhaddisi, kendi memleketi Buhara’dan sürgün eder.

Bunun üzerine Semerkant’a gitmek için yola çıkar. Semerkant’a üç mil mesafede bulunan Hartenk kasabasındaki akrabalarını ziyaret ettiği sırada hastalanır ve menziline ulaşamadan Ramazan Bayramı gecesi, 62 yaşında iken (1 Eylül 870 Cuma) Rabbine iltica eder. Bayram namazını müteakip cenaze namazı kılınır. Bu kasabada defnedilir. O sırada oğlu Ahmed’de yanındadır. Vefatından sonra, mezarından güzel bir koku çıkmaya başlar ve bu aralıksız devam eder.

Bu mübarek zât, az konuşur, az yer, az uyur, çok ibadet eder, dünya malına değer vermez, cömertliğine kimse yetişemez, borçlularına müsamaha gösterir. Emanet olarak verdiği büyük bir bedelin geri getirilmemesi üzerine idareciler vasıtasıyla alacağını tahsil etmesini tavsiye edenlere şöyle buyurur: “Ben onlardan yardım istersem, onlar da benden işlerine geldiği gibi fetva vermemi isterler. Dünya için dinimi satmam!” Ömrü boyunca attığı sayısız oktan sadece ikisinde hedefe isabet ettirememiş olması nedeniyle, kimsenin onunla bu hususta da boy ölçüşemediği kaydedilir.

Allah (c.c.) bizleri de şefaatine nail eylesin! Âmin!

Benzer konular