Hikmet ve gazelin üstadı Sâdi Şirâzî’den hikâyeler

İnsan dilinin altında gizlidir

Epey vakitten beri Mısır’da sükût ile meşhur olmuş iyi huylu biri vardı. Eski giyerdi. Yakından, uzaktan birtakım akıllı insanlar ziyaretine gelir, etrafında nur isteyen pervane gibi dolaşırlardı.

Bu adam bir gece kendi kendine düşündü: “İnsan dilinin altında gizlidir. Niçin sükût ediyorum. Eğer böyle konuşmazsam benim âlim olduğumu kim bilecek?”

Şununla, bununla konuşmağa başladı. Başlayınca da dost, düşman onun ne olduğunu bildiler. Anladılar ki, Mısır içinde en câhil birisi varsa odur.

Adamın mahiyeti meydana çıktığı için, rahatı kaçtı, düzeni bozuldu. Mısır’da oturamadı. Başka bir yere gitmeye mecbur oldu. Giderken mescidin kemerine şu mazmunda bir şey yazdı: “Eğer aynada kendimi görmüş olsaydım, câhillikle perdeyi yırtmazdım. Bu kadar çirkin olduğum halde üzerimdeki perdeyi kaldırdım. Çünkü kendimi güzel yüzlü sandım.”

Az söyleyenin sesi keskin olur, yani şöhret kazanır. Söyledin mi, revnakın kalmaz; o zaman kaçmalısın.

Ey akıllı insan! Sükût senin için vakardır. Ey bilgisiz insan! Sükût senin için perdedir. Binâenaleyh eğer âlim isen, mehabetini kaçırma! Eğer câhil isen perdeni yırtma.

Gönlünün içindeki sırrı çabuk gösterme. Çünkü ne zaman istersen gösterebilirsin! Fakat bir kere sırrın meydana çıktı mı, çalışmak ile tekrar gizleyemezsin.

Hayvanlar söylemez, insanlar söyler. Fakat saçma söyleyen insanlar, hayvanlardan daha aşağıdırlar. İnsan ya insan gibi âkılâne söylemeli yahut hayvanlar gibi susmalıdır. Âdemoğlu nutuk ve akıl ile mümtazdır. Binâenaleyh tûti gibi söyle. Fakat tûti gibi nâdân olma!

Lâyık olan kimseye ihsan et, kötüye değil

İşittim ki, bir kimsenin evinin tavanında eşek arıları yuva yapmışlardı. Ev sahibi bunun neticesinden korkarak, bunların yuvalarını dağıtmak istedi. Karısı razı olmadı: “ Zavallı hayvancıklardan ne istiyorsun? Yuvalarını dağıtma” dedi. Bir gün adam işine gitti. Arılar kadının üzerine hücum ile onu soktular. Akılsız kadın dört tarafa koşuyor, sokaklara fırlıyor, ölüyorum diye feryat ediyordu.

Derken kocası geldi, karısına şöyle dedi: “Karıcığım, kimseye surat etme. Zavallı hayvancıkları öldürme diyen sen değil miydin?” Her kim kötülere iyilik ederse, kötülük artar. Alçak kimsenin başı altına yastık koyma. Zâlim kimsenin başı taş üstünde gerek. Ey bahtiyar kimse; kötülere iyilik etme. Çorak yere ağaç dikmek doğru değildir. Ben sana insanlara iyilik etme demiyorum. Kaba, yontulmamış, âdî kimselere yumuşaklık gösterme. Çünkü köpeğin sırtı kedi gibi okşanmaz. Bunu bil. Gördün ki, bir kafada memleketi viran etmek fikri var, çabuk keskin kılıçla o başı gövdesinden ayır.

Köpek kim oluyor ki; onun önüne sofra çekesin. Onun hakkı kemik parçasıdır. Söyle, onun önüne biraz kemik atsınlar.

Bekçi, nezâket, mülâyemet gösterecek olursa; hırsız korkusundan geceleri kimse uyuyamaz. Cenk meydanında kargı kamışı, şeker kamışından yüz bin kere değerlidir.

Herkes ihsana, in’ama lâyık olmaz. İnsanların kimisi para ile kimisi de kulağını burmak ile yola getirilir.

Şeytandan rahmana secde gelmediği gibi, aslı kötü kimseden de iyilik vücuda gelmez!
Kötülük düşünen kimseye mansıp, rütbe verme!

Yılanın başı, taşının altına gelmişken vur, ez. Sonra bir sopa vurur öldürürüm diye ihmal etme!

İyilerin bastıkları toprak tutyadır

İşittim ki, kibir ile sarhoş bir mağrur, kapısına gelen bir fakire bir şey vermediği gibi, onu payladı, kapıyı yüzüne kapattı. Zavallı fakir içlendi; bir tarafa çekildi, oturdu. Ciğeri yanmağa, soğuk ahlar çekmeğe başladı. Bir kör, o fakirin meyus, mahzun olduğunu duydu. Kalktı, yanına geldi, niçin böyle mustarip olduğunu sordu. Fakir başına geleni anlattı. Kör, o fakire teselli verdi. Müteessir olma, gel bu gece benim evimde yemek ye, diye ricada bulundu. Onu çok memnun etti.

Fakir, karnı doyduktan, gönlü hoş olduktan sonra: “Kadir Mevlâ, senin gözünü açsın” diye dua etti. Gece olunca, körün gözlerinden birkaç damla yaş damladı, sonra birdenbire gözleri açıldı. Dünya’yı görmeğe başladı. Bu haber şehrin içine yayıldı. Şehir çalkalandı. Bu haberi fakiri kapısından azarlayıp kovan taş yürekli insan da duydu. İşi anlamak için, kalktı gitti, gözü açılan kör ile görüştü ve: “Çok talihin varmış. Bu müşkül iş nasıl oldu da kolaylıkla vücûda geldi, gözünü kim açtı” diye suâl etti.

Gözü açılan kimse: “Hey cefakâr adam, sen talihsiz, kısa görüşlü, fikri gevşek, çürük bir adammışsın. Öyle mübârek bir fakiri azarladın, mahzun ettin. Hüma kuşunu bıraktın, baykuş ile meşgul oldun. Gözümün kapısını, senin yüzüne kapıyı kapadığın kimse açtı” dedi.

Arkadaş! İyilerin bastıkları toprak tutyadır. O toprak göz açar, o toprağı öpmek lâzımdır. Fakat gönlü, gözü kör insanlar o tutyadan gâfildir. Kıymetini bilmezler. Bedbaht mağrur, gözü açılan kimseden bu hikâyeyi işitince: “Kendime yazık ettim. O, bir şehbaz imiş, avlayamadım, sen avladın. Bir devlet imiş; bana değil, sana nasip oldu” diye haset etti, nedamet parmağını ısırdı.

Dişini sıçan gibi hırsa batırmış kimse, koca doğanı nasıl avlayabilir.

Karıncayı bile incitme çünkü…

Eğer iyi isen, erler gibi gidici isen, iyi erlerin nasıl hareket ettiklerini dinle, öğren!

Şibli Hazretleri bir buğdaycıdan bir torba buğday aldı, köye götürdü. Buğdayı boşalttı. İçinden bir karınca çıktı. Şaşkın şaşkın o yana, bu yana gitmeğe başladı.

Şibli Hazretleri karıncanın yer değiştirmesinden dolayı rahatsız olduğunu görünce, “bu hayvancağızın yerinden ayrılmasına sebep ben oldum”, diye sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca karıncayı aldı, yerine götürdü, bıraktı.

Kalbi perişan olan kimselerin gönüllerini perişanlıktan kurtar ki, felek de senin gönlünü perişan etmesin.

Helâlzâde Firdevsî ne güzel söylemiştir: Tâne taşıyan karıncayı bile incitme, çünkü onun da canı var!

İnsan kara gönüllü, taş yürekli olmalıdır ki, bir karıncanın gönlünün incinmesini istesin.

Âciz kimsenin eline, kuvvetli yumruğunla vurma. Olur ki, bir gün onun ayağına karınca gibi düşersin.

Cimri zâhid gibi olma

İşittim ki, Aksa-yı Rum’daki temiz bir memlekette ârif, âbit bir şeyh varmış. Birkaç seyyah ile birlikte o şeyhi ziyaret için memleketine gittik. Şeyh Efendi bizi görünce her birimizin başını, gözünü, elini öptü. Bizi karşısına aldı, oturttu.

Gördüm ki, şeyh efendi zengin bir adamdır. Çiftlikleri var, uşakları var, her takımdan malı, mülkü, altını var. Fakat ne çare ki, meyvesiz ağaca benziyordu. Ziyaret için gelenleri güzel güzel kabul ediyor, lâkin mutfağının ocağı soğuk, tenceresi kaynamıyordu.

Şeyh efendi gece sabaha kadar uyumadı. Tesbih tehlil ile meşgul oldu. O, ibâdet yüzünden uyumazken biz de açlıktan uyumadık. Seher vakti olunca şeyh efendi yerinden kalktı, kapıyı açtı, yanımıza geldi. Yine bize iltifatlarda bulundu, bizi öpmeğe başladı.

İçimizde hoş tabiatlı, nükteci biri vardı. Şeyh efendi bizi öperken: “Bize buseyi tasnif ederek ver. Fakire buse değil, tuşe (rızk) lâzımdır. İkram ve izaz ederek pabucumu çevireceğine, bana ekmek ver de, pabucunu kafama vur” dedi.

Erler, başkalarını kendi nefislerine tercih ile kazanmışlardır. Asıl erler, o kimselerdir. Yoksa gönlü ölmüş olduğu halde, geceyi diri tutanlar değildirler! Gönlü ölmüş, fakat gece sabaha kadar uyumayıp ibadet ederek geçiren şeyhlerin, Moğol bekçilerinden ne farkları var? Onların da gönülleri ölmüş, fakat gözleri sabaha kadar uyumaz. Keramet, cömertliktir, ekmek vermektir. Bu olmadıktan sonra boş sözler, boş davulun gürültüsü gibidir.

Benzer konular