Bretton Woods öldü ruhu hâlâ aramızda
Câri küresel ekonomik sistemin yöneticileri olarak Bretton Woods kurumlarını görmek hiç yanlış olmaz. Ülkelerin kendi iktisadî planlarını uyguladıkları dönemden yeni bir döneme geçişin adıdır aynı zamanda. 1944 yılının Temmuz ayında ABD’nin Bretton Woods kasabasında 44 ülke temsilcisi bir araya gelerek savaş sonrası uluslararası malî ve iktisadî düzenin nasıl sağlanacağı konularını tartıştılar.
Bretton Woods, ticari kısıtlamaların kaldırılması -ABD’nin ekonomik çıkarları için önemliydi, çünkü elindeki üretim fazlası malı ihraç etmeliydi- ve bu düzen, isteyen ülkeye borç verme değil, onları borçlandırmak teması üzerine kurulu bir sistem. BM ve bağlı örgütler ile İsrail’in kurulma hikâyesi de bu sürecin bir neticesiydi.
Sistem aynı zamanda uluslararası ticarette serbestleşmeye gidilmesi ve tarifelerin azaltılmasını ve giderek kaldırılmasını öngörmekteydi. Bu konferansın sonunda BM ve alt örgütlerinin yanı sıra, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın kurulmasına da karar verildi. Bu süreçte ABD Başkanı Nixon’ın cebri olarak ‘altın getirene dolar veriyorum’ demesiyle, 1 ons altın 35 dolara denk hâle getirilerek, doların altının yerine geçmesi sağlandı.
IMF’den alınan onca borç neticesinde ülkeler sürekli bir borç sarmalına çekildi. IMF’e verilen görev buydu ve o da bu görevini yerine getiriyordu. Türkiye IMF’e borcunu 14 Mayıs 2013’de bitirmişti. Eskisi kadar sık ziyaretimize gelmeyen IMF, 2018’in ilk aylarında Türkiye’ye gelerek kendince nasihatlerde bulunup gitti. Peki, IMF bize ne tavsiye etmişti?
‘Enflasyon çok yüksek, faizi artırın, kredi garanti fonunu kaldırın!’ İşte bu “dostane(!) nasihatle” “ekonomide aşırı ısınma” kavramını ortaya atıp, ülke ekonomisinin ilerlemesinden rahatsızlığını dile getirmişti. Bretton Woods Sistemi her ne kadar kısa ömürlü olsa da kurduğu kurumlar ve getirdiği düzen aracılığıyla 150’den fazla ülkenin kaynaklarını, 20-30 zengin ülke ile bir o kadar varlıklı barona aktarma taşeronluğunu hâlen sürdürüyor. Tabi bu dalavereci iktisadî müesseselere, İsviçre’de dokunulmazlığı ile şöhret bulan Merkez Bankaları birliği BIS’i de eklemek şart.
Dipsiz kuyu doların hükümranlığı
1915’de çıkarılan bir kanunla Amerika Merkez Bankası FED, üç Yahudi aileye emanet edilmişti. Böylece dünyada ilk kez bir ülke, parasını devletin elinden alıp, özel sektöre emanet ediyordu. ABD Başkanı Kennedy, 1960’larda ülkesini bu acziyetten kurtarmayı denedi ama bedelini canıyla ödedi.
Merkezi Avrupa’dan Amerika’ya kaydıran “yenidünya düzeni”nin temelleri, Bretton Woods konferansı ile atılmıştı. Altına dayalı olarak işleyen para sistemi ile de dolar, hegemonik paraya dönüştürülüyordu. Altın yerine Yahudi baronlara ait bir para birimi olan Amerikan Dolarının dayatıldığı yeni sistemde altının bedeli bile dolarla belirlenir hâle gelmişti.
Vietnam savaşında vahşice usuller deneyen Amerika yine de yenilmekten kurtulamamıştı. Bu çetin savaş, ABD ekonomisini de çıkmaza sürüklemişti. Bu süreçte ABD, altın rezervi kadar para basmaktan da vazgeçiyordu. Öte yandan İsrail’in Arap dünyasına yönelik yeni saldırıları, dengeleri alt üst etmişti. Kral Faysal ise 1973’de Amerika’ya petrol ambargosu koymuştu.
İtalya, Fransa ve Suudi Arabistan bir araya gelip altına dayalı yeni bir para birimi için çalışma kararı alıyordu. Bu girişimin bir neticesi olarak, Suudi Arabistan’ın tek milli kralı olan Faysal, CIA tarafından 25 Mart 1975’de yeğenine infaz ettirildi. İtalya Başbakanı Aldo Moro’nun katli ise Kızıl Tuğaylar’a ihale edilmişti. O da 9 Mayıs 1978’de vahşice öldürüldü. Fransa lideri ise 2 Nisan 1974’de kanserden ölüverdi.
Ülke ve şirketleri terbiye araçlarından biri olan dolar kuru ve dolayısıyla dünyanın resmi parası niteliğinde olan dolara karşı tepkiler çığ gibi. En son geçtiğimiz Mayıs ve Ağustos aylarında Türk Lirası karşısında çok değerlendirilen dolarla, Türkiye yeni bir şiddete maruz bırakıldı. Uzun süre gündemde kalan döviz dalgalanması, her ne kadar ekonominin “kötü gidişi” ile ilişkilendirilse de, yaşananlar siyasî bir müdahalenin neticesiydi.
ABD’nin dolar kurunu, Türkiye üzerinde operasyon aracı olarak kullanmasının ardından kamu bankalarına yapılan siber saldırılar da, Türk piyasalarını güvensiz gösterme çabası olarak ortaya çıkıyordu. Yıllardır gerek kredi derecelendirme kuruluşları, gerek faiz üzerinden yürütülen bu operasyonlar, ABD’nin başlatmış olduğu ticaret savaşından başka bir şey değildi. “Kötü mal sahibi, kiracıyı ev sahibi eder” cümlesinin bir tecellisi olarak, Türkiye de dolar hegemonyasına karşı yerli paralarla ticaret yapma kararı alıyordu.
Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözleri daha da anlamlı hâle geliyor: “Milli para birimleri kullanmamız, kollarımıza vurulan emperyalist prangaları parçalamamız açısından önemli. Aksi takdirde döviz kuru altında ezilmeye devam edeceğiz.” Doların dünyanın rezerv parası olmayı sürdürmesi ve altına denk bir para sistemine geçilmemesi halinde, 2019 yılında da bu dolar meselesini konuşmaya devam ederiz.
Dışları ak içleri kara finansal tetikçiler
1800’lü yıllarda ticarette başlayan ‘kredi değerliliği’ meselesi, 1900’lü yıllarda reyting kavramı ve Moody’s’in kurucusu olan John Moody’nin attığı adımlarla finans alanında müşahhas bir hâle geliyordu. 1913’te Fitch, 1941’de S&P resmen kuruluyor ve ülke ekonomilerini puanlamaya başlıyorlardı. Kredi derecelendirme kuruluşları, şirketlerin ve ülkelerin kredi yönünden “güvenilirliğini” ölçerek, verdikleri notlarla yatırımcıyı yönlendirmeye başlamıştı.
“Şeffaf” olduklarını ve piyasaya “güven” verdiklerini söyleyen bu kurumların en büyük skandalı belki de 2008 yılında Lehman Brothers’a AAA olan en yüksek notu vermesi ve şirketin bu notlamadan hemen sonra batmış olması olarak görülebilir. Ama yalancılığın hikâyesi bu kadar yakın ve basit de değil.
Türkiye’nin ekonomik büyümesini görmezden gelip notlama yapan kredi derecelendirme kuruluşları, her ülke için aynı yöntemi uygulamıyor. Derecelendirme kurumları, yıllarca ülkelerin kaynaklarını yüksek faiz bahanesiyle çıkmaza sokup, kötü not vererek, ülkelerin ve firmaların yüksek faizle borçlanmasına neden olmaya devam ediyor.
Kredi derecelendirme kuruluşlarıyla ilgili temel mesele, bu kurumları denetleyecek bir birimin olmaması. Bunun yanı sıra, piyasada belli firmaların derecelendirme yapması, derecelendirme sisteminin ‘finans tetikçiliği’ olarak kullanılması boyutunu gündeme taşıyor. Zira bu müesseseler batılı birkaç barona ait ve bunlar da sahiplerinin sesi olarak dünya piyasalarına yön veriyor, yaygın kanaate göre de finansal tetikçilik yapıyorlar.
Türkiye’de 1994 ve 2001 ekonomik krizlerinin failleri arasında yer alan ve kredi derecelendirme maskesi altında faaliyet gösteren tetikçiler, ABD’deki 2008 ve dünyadaki 2011 krizlerinin de ana faili olarak gösteriliyor. ABD’de Moody’s için hâlen süren 2 milyar dolarlık bir dava devam ede dursun, 2011 yılında iki senelik bir araştırma sonucunda ABD Senatosu, Moody’s ve S&P’yi ele alan bir rapor açıkladı. Raporda, bu iki kuruluşun emlak piyasasındaki çöküşe rağmen, 2007 başında mortgage ürünlerine yüksek notlar vermeye devam ettiği, batık şirketlere para karşılığı bol keseden not dağıttığı kaydedildi. İşin en acıklı yönü ise şu: Devletler ve şirketler kendilerini buhran ya da iflasa sürükleyecek kötü notlar vermesi için bu tetikçilere para ödemeye devam ediyor.
Binlerce insanın kanıyla takas edilen kara damla
İnsanlığın son bir asrına damga vuran petrolün yokluğu bir dert, varlığı başka bir dert. Pek çok işgal, kan ve gözyaşı onun için yapılıyor. Batının petrol zengini ülkelere demokrasi ihraç aşkı bu yüzden depreşiyor. Son olarak, Sudan sadece petrol yüzünden ikiye bölündü. Irak bu nedenle işgal edildi. Suudi Arabistan ve BAE’ni şımartan ve köleleştiren tek neden de ellerindeki petrol serveti. Venezuela petrolü yüzünden istikrarsızlaştırılıyor.
25 Eylül 2018 günü ABD başkanı Donald Trump, petrol ihraç eden ülkelere fiyatları düşürme çağrısında bulundu. Açıklamadan önce 80 dolar olan petrol fiyatları, 85 dolara yükselerek yılın en yüksek değerine ulaştı. Kaşıkçı cinayeti akabinde gerçekleşen G-20 zirvesi, Katar’ın OPEC’ten ayrılması ve OPEC ülkelerinin petrol üretimini azaltma kararı, son olarak ise ABD’nin Suriye’den askerlerini çekmesi petrol varil fiyatının 50 dolara kadar inmesine neden oldu. Ocak ayının ilk günü 62 dolar olarak yıla giriş yapan petrol fiyatları, Aralık ayı sonu itibariyle 50 dolar civarında seyrediyor.
Geçen yıl yapılan araştırmalarda, 2018 yılı için büyüme ve dalgalanma yaratacak sektörün petrol ve enerji olacağı ön görülmüştü. Petrol deyince akıllara genellikle tek bir yer geliyor: Ortadoğu ya da daha doğru ifadesiyle İslam toprakları!
İran’ı zor durumda bırakmak için dolar kurlarında küresel bir dalgalanma meydana getirmeyi de hedefleyen küresel güçler, en büyük kaybı, petrole bağımlı gelişmekte olan ülkelere yaşatmak istiyor. ‘Suudiler petrolden kazansın’ derken aynı zamanda ‘İran ve Rusya’nın da kazanmaması sağlanacak.’ Bu da farklı bir denklem koyuyor ortaya. ABD, ‘Suudiler kazansın’ diye petrol fiyatlarındaki düşüşe müdahale edecek mi, yoksa ‘Rusya ve İran kazanmasın’ diye petrolden elini çekecek mi? Küresel risklerin artışı ve Trump politikaları, petrol fiyatları açısından belirleyiciliğini sürdürecek gibi görünüyor. Biter mi, bitecekse ne zaman biterse petrol, o güne kadar insanlığın en temel dertlerinden biri olmayı sürdürecek.
Küresel sistemin sigortası BIS
Gizli kasalar ve hesapların olduğu ülkeye ‘İsviçre’ denilir. İsviçre’yi önemli kılan sadece bu da değildir. Tapınakçıların kurduğu ve bayrağı da Tapınakçı flaması olan İsviçre, İsrail ve Türkiye’nin kuruluşundaki kilometre taşlarından biridir aynı zamanda. Bu küçücük ülkede tam 385 banka var. Buradaki hesaplara giren para bir daha kolay kolay çık(a)maz.
Öte yandan kur ve faiz savaşlarında merkez bankalarının rollerini herkes bilir. İşte bu bankaların da bir merkezi var ve o da İsviçre’yi mesken tutuyor. Onun adı, ‘merkez bankalarının bankası ve dünya finans babalarının babası olan ‘Bank for International Settlements!’ Yani ‘Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS)!’ O, Siyonist bankerlerin girişimi ile 1930’da Basel’de kuruldu. Dünya para piyasasını küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda kontrol etmek için çalışan BIS’ten bilgi almadan veya danışıp görüşünü sormadan hareket edemez merkez bankaları. Amerika ve Avrupa merkez bankaları ya da ne kadar finans kuruluşu varsa onlar da bu hükme dâhildir. Kimse ondan izinsiz faiz indirim ve artırımı yap(a)maz. Türkiye Merkez Bankası’nın siyasi iradeye direnmesinin nedeni de işte bu yüzdendir.
Amerika Başkanlarından Thomas Jefferson’un, “Merkez Bankası, anayasamızın ilkelerine ve düzenine karşı son derece düşman tavırlar içinde olan bir kurumdur” sözünün şerhini, en iyi Prof Carroll Quigley şu cümlelerle yapıyor: ‘Finansal kapitalizmi elinde tutan güçlerin esas amacı, dünya sistemini özel kişiler tarafından kontrol ederek, her ülkenin politik sistemine ve ekonomilerine hâkim olmaktır. Sistem feodal bir şekilde, gizli anlaşmalar, gizli toplantılar ve konferanslarla merkez bankaları eli ile kontrol edilmektedir.’
BIS, dünya finans sistemi ve ülkeleri kontrol etmeye yarayan en önemli mekanizmalardan biri. Yönetimin çekirdeğini, İngiliz ve Amerikalılar oluştursa da yönetim kurulu “ex officio / daimi değişmez” denilen Amerika, İngiltere, AB (Almanya, İtalya, Belçika) kurucu devletlerinin merkez bankası temsilcilerinden oluşur. Yönetim kurulu senede 6 kez büyük bir gizlilikle toplanır. Kararlarının gizliliğinin yanı sıra, binasına hiçbir otorite giremez, arayamaz, hesaplarını inceleyemez. Hepsinin diplomatik hak ve dokunulmazlıkları olduğu için çalışanları tutuklanamaz, eşyaları aranamaz. Bu sayede benzersiz bir ayrıcalığa sahipler.
BIS, dünya dövizinin yüzde 7’sinin, altın rezervinin ise çok büyük bir bölümüne sahip. Hiçbir şeffaflığı olmadığı gibi, işlemlerinden dolayı kimse hesap soramaz. İsviçre’yi ayakta tutan unsurlardan biri de ona ev sahipliği yapması ve ondan önemli ölçüde gelir elde etmesi. En asli görevi, hâkim güç durumundaki devlet ve baronların çıkarları doğrultusunda dünya finans/ekonomisini yönetmek. Adı ve faaliyetleri az bilinen BIS, insanlığın başındaki giyotinlerden biri olarak ilgi bekliyor.
Dijital paraların gücü ve caizliği
The Economist 1988 yılındaki meşhur kapağında 30 yıl sonra yani 2018’de dolar ve kâğıt para devrinin kapanacağı ve dijital para devrinin başlayacağını yazmıştı. Dedikleri üç aşağı beş yukarı gerçekleşti. Dijital para devri resmen ve fiilen başladı.
En şöhretlisi Bitcoin olan dijital paralar fizikî değiller. Tamamına kripto denilen bu para türünün ortaya çıkışı 2009’da Bitcoin ile gerçekleşiyor. Sanal olan bu paralar, temel olarak bilgisayar ortamında yazılmış kodlardan oluşuyor.
Her ne kadar ülkeler tarafından resmi olarak kabul edilmese de en popüler para transferleri içerisinde dördüncü sırada yer alıyor. Yasa dışı olması aslında tartışmaların odak noktası. Birçok ülkede hukukî olsa da Bitcoin izi sürülemez olmasından dolayı devletler tarafından onaylanmıyor.
Bitcoin, 2017 yılında fiyatların yükselmesi ile tekrar konuşulur hale geldi. Değeri çok kısa sürede 800 milyar dolara yükselen kripto paraların kıymeti birden 700 milyar dolara kadar geriledi. Değerindeki ânî iniş-çıkışlar en azından şimdilik güvenilir bir para birimi olmalarına mâni.
Blockchain tabanlı ödeme sistemi olan Bitcoin, 2018 yılında yaklaşık olarak yüzde 80’lik bir düşüş yaşadı. Yatırım aracı olarak görülen dijital paraların emekleme döneminde olmaları nedeniyle bütün bunlar normal karşılanıyor.
Bütün eleştirilere rağmen bazı devletler bu para için hazırlıklarını sürdürürken, baronlara ait dev finans kuruluşları da ciddi çalışmalar yapıyor. Uluslararası İş Forumu Genel Başkanı ise, İslam ülkeleri arasında ticarette kullanılacak bir kripto para sisteminin kurulabileceğini dile getirmişti.
Bu tartışmaların bir başka yönü ise kripto paraların, Müslümanlar açısından caiz olup olamadığıdır. Diyanet, geçtiğimiz yıl aşırı değerlenen dijital paralar için fetva hazırlamış, “belirli kesimlerin haksız ve sebepsiz zenginleşmesine yol açan dijital kripto paraların kullanımı- caiz değildir” demişti. Fıkhen de, var olmayan bir varlığın alınıp satılıp, değerinin sürekli değişmesi uygun olmadığı için caiz görülmüyor. Ancak Diyanet’in bu görüşüne katılmayan fıkıhçılar da yok değil. Bu nedenle kripto paralar geleceğin en çok tartışılacak meselelerinin en başında yer alacağa benziyor.
İnsanlığın belası faiz
İslam’ın en şiddetli nehiyleri arasındaki faiz belası ne yazık ki hayatımızı kuşatmış durumda. İnsanlığın en büyük sömürü araçlarından olan bu gayri meşru kazanç biçimi, devletlerin de baş belası. Resmi tefecilik olan faizcilik aynı zamanda üretim ve sosyal dayanışmanın önündeki en büyük engel.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Faiz politikamızı bu anlayışla sürdürmek bizim ekonomi konusundaki geleceğimizi olumlu etkilemez” diyerek faizin ekonomileri nasıl kıskacı altına aldığını her fırsatta dile getiriyor. Faiz oranları evet bir gerçeklik ama faiz egemenliği bunun üzerinde bir gerçeklik. Faiz düşmedikçe yatırım yapılamıyor. Yatırım olmayınca istihdam ve ihracat doğrudan etkileniyor.
Anglo Sakson öğreti her ne kadar tasarrufun artması için faiz seviyesinin artışını savunsa da bu tez hiç bir insanî mahiyet taşımaz. Karşılıksız mal elde etme temeline dayanan faiz, aynı zamanda bir kul hakkı. İslamın faiz yasağı, dinin diğer bütün hükümleriyle bir arada ve aynı zamanda uygulandığında ise bir kurtuluş reçetesi vadediyor. Ancak dünyevileşmenin baskısı Müslümanları da bu alanda taviz vermeye itiyor.