Boğaziçi’nin en güzel köşelerinden İstinye, o gün sıra dışı bir törene şahitlik ediyordu. Davetliler arasında İstanbul’da yaşayan Arap elitinin önemli temsilcilerinin yanı sıra, İngiliz Büyükelçiliği başta olmak üzere yabancı misyon da hazırdı. Ve elbette, Sultan Abdülhamid’in her yere ustalıkla sızan hafiyelerinden onlarcası… Ortamda hanım ve erkek misafirlerin harem-selamlık olarak keskin şekilde ayrılmaması özellikle dikkat çekiyordu. Ev sahibi hanımlar, misafirlerini törenin yapıldığı gösterişli konağın üst katında karşılasalar da, yabancı hanım misafirler, ev sahibi ailenin erkek üyeleriyle bahçede koyu bir sohbete dalmıştı.
1904’ün bu güzel bahar gününde, Sultan tarafından 10 yıldır İstanbul’da ‘misafir’ edilen Şerif Hüseyin’in ikinci oğlu Abdullah, Hicaz’ın itibarlı ailelerinden birinin kızı olan Misbâh binti Nâsır’la evleniyordu. Damat 1882’de, gelin ise 1884’te Mekke’de doğmuştu. Kader, şimdi ikisini imparatorluğun kozmopolit başkenti İstanbul’da bir araya getiriyordu. Misbâh, 26 Şubat 1909’da oğulları Talâl’ı Mekke’de dünyaya getirecek, Talâl da Ürdün’ün ikinci kralı olarak 1951’de tahta çıkacaktı. Daha da ilginci, krallık görevini üstlenmesinin hemen ardından şizofreni teşhisiyle tedavi altına alınan, bilâhare de tahttan çekilmek zorunda kalan Talâl, hastalığı nedeniyle nakledildiği İstanbul’daki bir klinikte 7 Temmuz 1972 günü hayata gözlerini kapayacaktı.
Boğaz’dan esen tatlı rüzgârların misafirlerin sohbetine eşlik ettiği düğün töreninde, tüm bunları elbette kimse tahmin bile edemezdi.
İmparatorluk dili olarak Türkçe
Gözlerimizi bir an kapayıp, o düğün töreninde konuşulanlara kulak kabarttığımızı hayal ettiğimizde, en çok duyacağımız dil Türkçedir. Hem de nefis bir İstanbul ağzıyla. Yabancı misyon temsilcilerinin bile öğrenmeye can attığı, birçoğunun da öğrendiği bir dil olarak, Türkçe bütün sohbet ortamlarının baskın ortak paydasıdır. O dönemde, yaklaşık 100 yıldır imparatorluğun kılcal damarlarına nüfuz etmiş Batılılaşma esintilerine ve bu çerçevede belli mahfillere giren Fransızca düşkünlüğüne rağmen.
Osmanlı İmparatorluğu, “kültürel emperyalizm” peşinde koşan bir devlet değildi. Özellikle, 1516-17’den itibaren hâkimiyet sahasına giren Arap coğrafyasını, kültürel açıdan değiştirip dönüştürmeyi hiç düşünmedi. Ancak Şam, Kahire, Beyrut gibi önemli merkezlerde, zamanla Türkçe konuşan bir elit oluştu. Bunlardan bazıları yerel Arap eşraftan kimselerdi, bazılarıysa başkentin atadığı görevliler, memurlar ve askerler. Böylece Türkçe, Ortadoğu’nun şimdiki başkentlerinde 1950’lere kadar aktif şekilde konuşulan bir dil haline geldi. Halk kitleleri Türkçe öğrenmeye koşmadılarsa da, bu şehirlerden herhangi birine yolunuz düştüğünde, Türkçe üzerinden her türlü ihtiyacınızı görebilirdiniz. Tıpkı bugün bazı Balkan şehirlerinde olduğu gibi.
Merhum Mehmed Âkif Ersoy’un hicret için Kahire’yi tercih etmesi tesadüf değildi. Türkçe, Mehmed Ali Paşa hanedanının yönettiği Mısır’da saray diliydi. Kral Fuâd ve bütün ailesi, iletişim dili olarak Türkçeyi kullanıyordu. Kral’ın, Arapçayı düzgün şekilde konuşamadığı bile rivayet edilir. Âkif Mısır’a gittiğinde, tıpkı İstanbul’da olduğu gibi Türkçe iletişim kurabildiği bir çevrenin içine girdi. Bu, gurbetin sıkıntılarını bir nebze de olsa azaltan bir unsurdu.
Kopuş ve karşılıklı hikâyeler
Birinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle birlikte Arap halkları ana gövdeden ayrılınca, 400 yıl devam eden birliktelik hakkında, iki tarafta farklı rivayetler tedavüle girmeye başladı. Türk cenahında mesele “Araplar bizi arkamızdan vurdu” ve “Askerlerimizin karnını deşip, içinde altın aradılar” cümleleriyle özetlenirken, Araplar “Türkler bizi sömürdü” ve “Nihayet özgürlüğümüze kavuştuk” sözleriyle duygularını ifade etti. Meselelere derinlikli ve dengeli bakmak isteyen az sayıda insaflı tarihçinin sesi ise, bu hengâmede kaybolup gitti. Bugün bile, her iki cenahta tarafların birbirlerine karşı hisleri, aşağı-yukarı bu sözlerle hulasa edilir.
Söz konusu yorumların, önyargılarla ve ezberlerle süslü genellemeler olduğunu söylemeye gerek yok. Birinci Dünya Savaşı yıllarında “Arapların hepsi” Osmanlı’ya isyan etmediği gibi, Osmanlı’nın bölgeye yaklaşımı da “sömürü” üzerinden değildi. Ama asırlar boyunca ilişki tarzının yöneten-yönetilen şeklinde olmasının getirdiği duygusal gerilimler, devletin dağılış sürecinde tarafların birbirlerine dair hislerini büyük ölçüde ateşledi. Bugün Arap coğrafyasına baktığında “Bir zamanlar buraları yönetmiştik, yine bizim yönetmemiz gerekir” diye iç geçiren ortalama bir Türk gözünün tam karşı ucunda, “Türkler bizi yüzyıllarca yönetti, neden yönetmeye devam etsin ki?” diyerek eli tetikte bekleyen bir Arap gözünün olması, bu şuuraltı göz önüne alındığında, aslında gayet tabii.
Tarihin gölgesi
Bugün Kuzey Afrika’daki Arapça lehçelerini Fransızca kelimelerle dolduran ve dili de ciddi şekilde dönüştüren Fransız sömürgeciliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap coğrafyasında gösterdiği siyasal performansla kıyaslandığında gerçek bir vahşettir. Çünkü bu değişim ve dönüşüm, kanlı işgallerin ve yüz binlerce masumun canı pahasına gerçekleşmiştir. Osmanlı, kendisine itaat edildikçe ve vergiler düzenli ödendikçe müdahale etmediği bir coğrafyayı, sadece manevi bir sorumluluk duygusuyla asırlar boyunca elinde tutarken, bu “gevşek” siyaset, devletin dağılmasının ardından ciddi biçimde istismar edilmiştir.
Arap ülkelerinde yazılan ve okullarda okutulan tarih kitaplarında Osmanlı ile ilgili hakarete varan içeriklerin bulunması, aslında Osmanlı’nın yönetimi altındaki milletlerin zihinsel dünyalarına müdahale derdinde olmadığının da göstergesidir. Halklar, bilhassa eğitim sahasında öylesine özgür ve kendi haline bırakılmıştır ki, Osmanlı’nın çöküşünü takip eden dönemde, bu boşluk yepyeni bir müfredatla doldurulabilmiştir.
Bugün bile birçok Arap ülkesinde “Türklerin sömürgeci karakteri”, “Arapların maruz kaldığı sürgün ve katliamlar”, “Osmanlı’nın İslâm’dan ne kadar uzak olduğu” gibi başlıklarla, genç nesillerin beyinleri yıkanmaya devam etmekte. Tarihin gölgesi, bugün bile bir heyulâ gibi okullarda, üniversitelerde, siyasi arenada dolaşmakta. Geçtiğimiz haftalarda Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı’nın Fahreddin Paşa hakkındaki paylaşımı, buna güncel bir örnek. Suudi Arabistan gibi bölgesel anlamda müttefik sayılabileceğimiz bir ülkede bile, tarihçiler, Osmanlı’nın İslâm’dan uzaklığını ispatlamak için kitap üstüne kitap çıkarıyor bugün. Buna, günlük siyasi tartışmaların medya dilinde dönüştüğü galiz üslup eklendiğinde, manzara daha iyi anlaşılır.
Yeni bir dil gerek
Her ne kadar ırkçı olmadığımızı, ümmetçi olduğumuzu iddia ediyor olsak da, günlük dilde çoğumuzun dikkat etmeden kullanıverdiği “İşler Arapsaçına döndü”, “Anladıysam Arap olayım”, “Arap kızı”, “Bedevi Araplar gibi” şeklindeki benzetmeler, Arap coğrafyasıyla ilgili duygusal bariyerler taşıdığımızı gösteriyor. Ülkemize misafir olan Suriyeli mültecilerle ilgili zaman zaman yaşanan üzücü hadiselerde de, yine bu önyargıların ve bariyerlerin büyük etkisi bulunuyor. En küçük bir gerginliği hemen Suriyelilere bağlayıverişimiz ya da sanki o insanlar keyiflerinden ülkemize akın etmişler gibi “Geldikleri yere dönsünler” deyişimiz, hep bundan. Üç milyon mültecinin hepsi elbette mükemmel değil, ama mülteci gerçeğinin bize hatırlattığı bir şey var: Başka milletlerle –Müslüman bile olsalar- çok yakın yaşamaya alışık değiliz. Belki, böyle bir durumla sınanabileceğimiz ihtimalini düşünerek, zihinlerimizi ve davranışlarımızı yeniden gözden geçirebiliriz.
Araplara ve Arap coğrafyasına karşı yeni bir dil inşa etme mecburiyetimiz var. Üstten bakmayan, aşağılamayan, kusur aramayan, yargılamayan bir dil olmalı bu. Aynı zamanda anlayan, hoş gören, zihindeki kabulleri bölgeye giydirmeye değil vakıayı ve mevcudu kavramaya odaklı bir dil. Siyasette, akademide, medyada, hatta sanatta, turizmde… Her yerde bu dilin hâkim kılınması için çalışmak şart. Bu, coğrafyaya karşı temel görevlerimizden biri. Hem bu sayede Arapların içinden de, Türklere ve ortak geçmişimize karşı aynı hassasiyetle hareket eden kişilerin çıkmasını bekleyebiliriz.
Elbette tüm bunları başarmak için, sağlam tarih okumaları yapmak ve sonrasında, okunacak tarih metinleri oluşturmak gibi vazifeler de bizleri bekliyor. Bölgeye dair algılarımızı gerçeklere ne kadar yaklaştırabilirsek, hep sözünü ettiğimiz ama bir türlü erişemediğimiz o “kardeşlik” hayali de o oranda gerçek olacak.
Tam bu noktada, Âkifimiz’in şu mısralarına iştirak etmemek mümkün mü:
“Türk Arap’sız yaşamaz, kim ki yaşar der delidir.
Arap’ın Türk ise, hem sağ gözü hem sağ elidir.”