Sultan Abdülhamid’in de içinde bulunduğu II. Mahmut Türbesi restorasyonun ardından yeniden ziyarete açıldı. II. Abdülhamid’in yüzüncü seneyi devriyesine denk gelen açılış, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne tanıklık eden Padişah’ın hayatına yeniden bakılmasını sağlarken, “Neden Abdülhamid Han’ı yeniden hatırladık?” sorusunu da sorduruyor.
Sultan Abdülhamid’in Sultanahmet’te bulunan makamını “Abdülhamid’i Deviren Kurşun” kitabının yazarı Hakan Özdemir’le gezdik, türbe bahçesinde metfun bulunan isimlerle beraber dönemin panoramasını konuştuk. Tarihçi Yrd. Doç. Dr. Abdullah Teyfur Erdoğdu ve yazar Prof. Dr. Mim Kemal Öke’yse, bu döneme damgasını vuran II. Abdülhamid ilgisinin nedenlerini açıkladı.
Saltanat makamında bir defin
Makamı II. Mahmut Türbesi’nde bulunan Sultan Abdülhamid’in son günleri ve cenazesi de hayatında boyunca yürüttüğü sulh siyasetinin bir yansıması gibi. Önce bu türbeye defnedilmesinin hikâyesine bakalım. Sürgündeki Sultan, 1918 yılının 5 Şubat günü soğuk algınlığına yakalanır. Hızlı ilerleyen hastalık sırasında kendine yapılan tekliflere kayıtsız kalır, kendi doktorlarından başkasını istemez. Kan toplanması sonucu ödem, kalp ve böbrek yetmezliği teşhisi konulmuştur ancak teşhis 5 sene 3 ay 9 gündür Beylerbeyi Sarayı’nda bulunan Sultan II. Abdülhamid’in vefatını önleyemez.
Haber hemen Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya iletilir, İttihat Terakki’nin gözde paşası bu haberi Sultan Reşat’a bildirir. Sultan Reşat, kardeşinin II. Mahmut Türbesi’ne defnedilmesini istemiştir, Sultan Abdülhamid’in ailesiyse, Fatih Sultan Mehmet Han Türbesi’ne defnini rica eder. Bu talebi Enver Paşa reddeder.
Devrik Padişahın cenaze merasimi saltanatını süren bir Padişah’ınkine emsaldir. Sultan Abdülhamid’in teçhiz, tekfin ve cenaze merasiminde hazır bulunanlardan Tarihçi Ahmet Refik Bey o günü şöyle anlatır:
“Sultan Abdülhamid, üryan ve bi-ruh teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet penceresinin yaldızlı parmaklıkları önünde müteessirane durdum. Tabutun ilerisinde, Enderun erkânı, ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete muntazır bekliyorlardı. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı, dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, dindarane bir ihtiramla naaşı yıkıyorlardı.”
Vasiyeti gereğince göğsüne ahidname duası, yüzüne Hırka-i Saadet bezi ve siyah Kâbe örtüsü konulur. Hırka-i Saadet Dairesi’nden çıkarılan tabut kapı önünde yüksek bir yere konulduktan, Hamidiye Camii’nin kürsü şeyhi etrafına bakınarak orada hazır bulunanlara “Merhumu nasıl bilirsiniz?” sorusunu yöneltip “İyi biliriz!” cevabını ve helallik aldıktan sonra Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin imametiyle cenaze namazı kılınır. Sultan Abdülhamid’in mensup olduğu Şazeli Dergâhı şeyhlerinin okudukları Kelime-i Tevhidler, Tekbirler ve naatlar eşliğinde Babüsselam Kapısı’ndan çıkarılır. Cenazeye katılım yüksektir, Veliaht Vahidüddin Efendi, şehzadeler, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi hazretleri, Ayan ve Meclis-i Mebusan Reisleri ve milletvekilleri, İstanbul’da bulunan yabancı devlet elçileri, hanedana mensup damatlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumi Azası, İlmiye sınıfının önde gelenleri, Gayr-i Müslimlerin ruhani reisleri olan haham ve patrikler, müsteşarlar, İstanbul Belediye Başkanı ve vekili, İstanbul vali ve vekili, Polis Emniyet Müdürü müdür-ü umumisi ve Maliye direktörleri.
Divanyolu’nda halk dolup taşmıştır. II. Abdülhamid’in naaşı dedesi II. Mahmud ve Amcası Sultan Abdülaziz ‘in yanında kendisi için açılan kabre konulur.
İttihat Terakki üyeleriyle yan yana
Vefatının yüzüncü yılında yeniden hatırlanan hakkında çekilen Payitaht dizisiyle ünü Türkiye sınırlarını aşan Padişah’ın türbesi açıldığı günden bu yana ziyaretçi akınına uğruyor. Günün her saati gelen ziyaretçiler, yalnızca İstanbul’dan değil, Türkiye’nin dört yanından. Uzun uzun Kuran-ı Kerim okuyanları, türbe içinde tefekkür edenleri görmek günlük sıradan bir rutin.
Restorasyon öncesinde de ilgi gören türbe, restorasyon süresi sırasında Sultan Abdülhamid’in daha bilinir hale gelmesiyle daha da kalabalık olmuş.
Sultan’ın hemen yanında Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Mahmud da var. Esma Sultan, Bezmiâlem Valide Sultan, Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi, Mehmed Şevket Efendi, Şadiye Sultan türbede bulunan isimler.
Asıl ilginç olansa, türbenin bahçesi. Bahçede İttihat Terakki’nin kurucu İshak Sukuti de, cinayeti İttihat Terakki’ye mal edilen ve sonrasında 31 Mart vakasının başlamasına vesile olan Hasan Fehmi de bu bahçede. 1420’de idam edilen Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin, Sultan Abdülhamid’in övgüyle söz ettiği Muallim Naci de, 93 Harbi kumandanı Ahmed Eyüp Paşa da, Sait Halim Paşa da bu hazirede defnedilenlerden. Cumhuriyet döneminde sürgüne giden II. Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman’ın kabri de burada.
Hakan Özdemir İshak Sukuti’nin mezarı önünde durarak, bu konuda malumat veriyor:
“İshak Sukuti ve aralarında Abdullah Cevdet, Doktor Nazım, İbrahim Temo gibi sekiz on arkadaşının bulunduğu bir grup Carbonari Örgütüne özenerek “Biz de bu ülke için bir şeyler yapmalıyız” diye yola çıkıyor. Pikniklere gidiyorlar, toplantılar yapıyorlar. Bu doktor adaylarının yaptığı bu örgütlenmeye İttihat-ı Osmaniye deniyor. 1894’lere gelince bunlar Ahmet Rıza Bey’le tanışıyorlar. Ahmet Rıza Bey de o dönem August Comte ekolünü ciddi takip eden, pozitivizmi önceleyen birisi. Pozitivizmin temel öğesi olan “union ve progress” kelimelerinden ilhamla İttihat ve Terakki’yi öneriyor.”
Bugün çok konuşulan “Abdülhamid siyaseti nedir? Nasıl gelişir” sorusunun cevabını da anlatıyor Özdemir:
“Abdülhamid çok ustaca bir siyaset izleyerek muhalifleri kazanma yoluna gitti. Mesela Mizancı Murat Bey elçi Celaleddin Paşa tarafından ikna edildi, vatana döndü. Bu yaptığı diğerleri tarafından ihanet olarak görüldü ama Abdülhamid siyaseti böyleydi. Zaten kendisine 1907’lere 1908’lere gelinceye kadar örgütlü bir muhalefet gösterilmedi. Ülkenin durumu da açıkça muhalefeti kaldıracak durumda değildi. Bugünkü Zeytin Dalı Operasyonu gibi bir durum söz konusuydu. Dışarıdan ve içeriden gelen bir saldırı söz konusuyken böyle bir muhalefet sesli dillendirilmiyordu. Birlik olmak fikri herkesin üzerinde ortaklaştığı bir durumdu. Abdülhamid de maslahatı gözetip, sert aksiyonlardan kaçınarak, yapılan hamlelerin yabancı ülkeler üzerinde nasıl etkisi olur, ülkede nasıl etkileri olur bizzat kontrol edip yumuşak hareketlerle siyaseti yönlendirdi. “Düveli muazzama” denilen ülkeler arasındaki muhalefeti de, küçük devletler arasındaki muhalefeti de hem teşvik etti hem de bunlardan çok faydalandı.”
Güç asker değil siyasetti
“Askeri gücünüz yok. Ne yapıyorsunuz? Ya sanal güçleri arkanıza alıyorsunuz ya var olan siyaseti kullanıyorsunuz. O da Müslüman dünyasının Halifesi unvanını kullandı.”
Bu tarihçilerin üzerinde ortak olduğu bir görüş. Peki 33 yıllık iktidarında bu denli dikkatli olmasının sebebi ne? Özdemir’e göre, yaşadığı İstanbul işgali travması:
“Onun şansızlığı devletin yaşadığı en büyük travmayı yaşaması. İstanbul’a gelen Rus ordusu travması. Bu unutulur bir olay değildi. Ayastofanos anlaşmasıyla Osmanlı Rumeli’yi terk etmek zorunda kaldı. Hiçbir istila İstanbul’a kadar gelmemişti. İngiltere’yle Rusya’nın rekabeti sayesinde o işgal sona erdi ve sınırlı da olsa Balkanların bir kısmı bizde kaldı. Yine aynı rekabet sayesinde Berlin Anlaşması’yla Bulgarlar biraz daha geri çekilmek zorunda kaldı. Bu yine bizim tamamen büyük devletlerin rekabetinden faydalanarak siyaset yaptığımız bir dönemdi. Bu toprakların her an elimizden gidebileceğini gördük ama. Bu da büyük bir kaygı bıraktı. O dönem büyük devletler Osmanlı içindeki Hıristiyan unsurlara zulmediliyor imajı vererek Hıristiyanlara korumacı yaklaşıyordu. Her olayı bahane ederek İngiltere, Avusturya-Macaristan müdahale etmekle tehdit ediyordu. O yüzden herhangi bir olay olduğu zaman dışarıda kötü gözükmesin telaşı da çok yüksekti. Hem Abdülhamit yönetimi hem ona muhalifler bu dış güçlerin, ona muhaliflerin Makedonya üzerindeki emellerini bildikleri için onların müdahalesinden iki taraf da çok korkuyordu. İki taraf da vatanı korumak derdinde. Yalnız bir taraf mevcut yönetimi sorumlu tutuyor. İttihatçıların dağıttığı el ilanlarında bile “Padişahımız, Efendimiz Hazretleri milletiyle kucaklaşsın” der. Amaçlarının aradaki engelleri atmak olduğunu vurgular.”
Son padişah Abdülhamid’ti
Peki 33 yıllık Abdülhamid’in iktidarı sonlanınca ne oldu? Osmanlı İmparatorluğu’nun çok kısa bir sürede dağıldığı hesaba katılınca, Hakan Özdemir bu soruya “Son Padişah Abdülhamid denilebilir” cevabı veriyor:
“Sonrakiler biraz göstermelik. Reşat arka planda olan hiçbir etkinliği olmayan bir isim, Vahdettin Sevr’le beraber çöküşü onaylanmış bir isim. Cülus töreni için Çengelköy’den Topkapı sarayına geldiği zaman gözlüğünü evde unutmuş, ‘Eyvah bu bir felaket’ diyor gözlüğünü unuttuğu için. Bunu tahta çıkmasına ilişkin yorumu olarak da görenler var. Hem Reşat hem de Vahdettin’in o anlamda hiçbir etkinliği yok. Bir de şöyle bir durum var. Abdülhamid döneminde bir çok şey ertelendi. Çanakkale Savaşı’ndan 20 sene önce Çanakkale’ye bir çıkarma yapılsa nerelerden hareket etmesi gerektiğine dair çalışılmış İngiliz raporları var. Yine Balkan Savaşı’ndan önce Bulgarların bir saldırı yapacağı kesin olarak biliniyor. Üçüncü ordunun nasıl dayanacağının taktikleri de araştırılıyor. Dolayısıyla bunlar çok önceden düşünülmüş felaketler. Sultan Abdülhamid ustaca bir siyasetle bunu öteliyor. Bize nasıl bir denge siyaseti izlenebileceğini icraatlarıyla gösteriyor.”
Türk tarihiyle insanı hesaplaşıyor
Prof. Dr. Mim Kemal Öke de günümüzde Sultan Abdülhamid’e olan ilgiyi “geçmişte siyasal anlamda olumsuz olarak kullanılmasına bağlıyor”:
“Eskiden yoğun bir Abdülhamid Han antitezi vardı, şimdi teze gidiyor. Bunun sağlıklı bir noktaya gelişiyse, bir sentezin ortaya konulmasıyla mümkün olur. Bir uçtan bir uca yuvarlandık. Gerçeğini anlamak için daha çok arşiv belgesi taramamız ve o kadar geniş bir dönemi çok daha bilimsel araştırma yapmamız gerekir.”
Dönemsel olarak bu paralellik var mı? sorusuna cevabıysa, evet:
“Dönemsel olarak bağlantılandırılmasının nedeni, cumhuriyetin şu dönemde sorun olarak ortaya çıkan iç ve dış meselelerin Tanzimat’tan bu yana devam etmesi. İkinci Abdülhamid’in şu anda bu kadar konuşulmasının nedeni, Türk tarihiyle Türk insanının hesaplaşmasıdır.
Türkiye güvenini kazandı
Yard. Doç. Dr. Abdullah Teyfur Erdoğdu, tarihe gösterilen ilgiyi “güvenin kazanılmasına” bağlıyor:
“Türkiye şu anda tekrar kendine güvenini kazanmış bir millet. Bu güven meselesini biz bundan önce Cumhuriyet kuruluşu döneminde yaşadık, bir de Kurtuluş Savaşı döneminde. Şimdi II. Abdülhamid dönemine baktığımızda çok büyük zorluklar altında olmamıza rağmen nasıl ciddi başarılara imza attığımız hatırlıyoruz. Neden Kanuni Sultan Süleyman, neden Fatih Sultan Mehmet değil de Abdülhamid Han sorusunu sormamız gerekir. Çünkü, o devirler bir yükselme, güçlenme dönemi. Sultan Abdülhamid’in dönemiyse, emperyalizmin sömürgeciliğin çok güçlü bir devri, bu batıdan bize doğru geliyor. Buna rağmen içeride öz benlik bilinciyle buna direndik, 33 yıl güçlü kalabildik. İkinci büyük dalga İstiklal Savaşı. Yine Avrupalılar sömürgeci devletler ülkeyi bölmeye çalışıyorlar. Bütün bu basınca rağmen güçlü bir dönem yaşadık. 10. Yıl Marşı söylendiği zaman Batıda kimse Türkiye’nin 10 yıl dayanabileceğini düşünmüyordu. Bugün yine Batı’nın tazyiki söz konusu. Türkiye yine kendine bir güven tesis etti. AB olmadan, orası burası olmadan ayaklarımız üzerinde duruyoruz.
Erdoğdu, bu konuda yapılan sanat eserlerinin “muhayyel” olduğunu, bilimsel çalışmalarınsa sağlam verilere dayandığını vurguluyor:
“Biz geçmişi kırıntılarıyla bilen insanlar olarak oradaki direnci anlamak istedik. Kitaplar makaleler tezler eksik ama sağlam. Sanat kısmıysa bilimsel verilere dayanmanın ötesinde muhayyel bir dönem çiziyor. Bu bilimsel ürünün değerlendirilmesi konusunda sanat kısmı zayıf. Sağlam bilimsel verilerimiz var oldukça iyi sonuçlar elde ettik. Filmler diziler romanlar hikâyeler bu sonuçları değerlendirmeli. Geçmişe filtrelerle bakma alışkanlığını değiştirmeliyiz” diyen Erdoğdu, tarih okumalarında da nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiğini hatırlatıyor:
“Bizim açımızdan II. Abdülhamid Han’ı anlıyorsak, yaşasaydı ne yapardı değil, o dönemde müstakil kalabilmek için ne yaptı, onu öğrenmemiz lazım. Bugünün çözümleri onun çözümlerinden farklı olacak şüphesiz. Nasıl bir zeka kullandı, hangi mantığı işletti bunu anlamalıyız. Buna bir örnek Ace. Kendisinden yardım isteyen Ace halkına büyük devletler başına musallat olmasın diye bir gemi dolusu asker değil demirci sanatkâr, matbaacı gönderdi. Dünyada var olabilmenin sanat olduğunu unutmadı. Balık vermedi ama balık tutmayı öğretebilecek bir mürettebat gönderdi. Tarihsel heyecanlara kapılmadan, yanlış tahlil etmeden, o aracın ne kadar bilimsel olduğunu ölçtü, onun bir koz olarak kullandı. Burada bilmesine rağmen karşı tarafa kendini güçlü gösterdi. Geçmişimize baktığımız zaman sadece bizim yaşantımıza uygun örneklere odaklanmamalıyız. Beş vakit namazını kılan, abdestsiz yere basmayan bir padişah olmasına rağmen, operaya tiyatroya da meftun bir padişahtı. Geçmişe filtrelerle bakma alışkanlığını değiştirmeliyiz. Kendisine saldıran Belçikalı bombacının cebine altın koyarak memleketine gönderen bir Padişah’ın motivasyonunu anlamak lazım. Geçmişi araçsallaştırmadan, gerçeği filtresiz şekilde ortaya koyalım buradan insanlarımız ne anlarsa anlasın.”