Kolektif güvenlik balonu patladı

Kolektif güvenlik, yüzyılımızın en havalı kavramlarından. Bir yıl kadar kısa bir sürede paramparça olan yaşlı Avrupa’nın bir daha bu sorunla yüzleşmemek için ortaya attığı kavram, küresel düzeyde sorun yaşamak istemeyen ülkelerin katılımıyla dünyaya yayıldı.

2. Dünya Savaşı’nın ardından kutuplaşan dünyada, soğuk savaşa karşı bir alternatif olarak güçlenen kolektif güvenlik NATO, Birleşmiş Milletler ile özdeşleşti.

Ancak kolektif güvenlik kavramının sınırlarının tartışılabilir hale gelişi de çok hızlı oldu. Soğuk savaşın bitmesinin ardından ülkeler arası işbirliklerinin daha kısa süreli oluşu ve Ortadoğu’da yaşanan işgaller başta olmak üzere, küresel güvenliğin sağlanması için atılan adımların zayıf kalması, ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali, kimi ülkeler için tehdit oluşturan terör örgütlerinin kimi ülkeler tarafından kullanılması, “Kolektif güvenlik barış için işe yarar bir yöntem mi?” sorusunu gündeme getiriyor.

Balkan Paktı (1953) ve Sadabad Paktı’yla (1937) kolektif güvenlik için ilk adımlarını atan Türkiye de kolektif güvenlik kavramını sorgulayanlar arasında.

Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) beşinci maddesi, “Herhangi bir üye devlete yapılmış saldırı tüm üye devletlere yapılmış sayılır ve ortak saldırı planı (gerekli görülürse) kararlaştırılır” diyor. Peki ya iki NATO devleti birbirine saldırırsa? Mesela, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan Kardak Kayalıkları Krizi ve Kıbrıs’ın işgali meseleleri NATO’yu bir dönem karıştırmıştı.

15 Temmuz sürecinde Türkiye’den kaçıp NATO üyesi ülkelere sığınan teröristlerin iadesi, Suriye’de konuşlanan terör odaklarına NATO üyesi ABD’nin silah yardımı yapması gibi gelişmeler Türkiye’nin Zeytin Dalı Operasyonu’nu tartışmalı hale getirdi. Oysa yine uluslararası hukuk ülkelerin sınırlarını korunmasına imkân tanıyor.

Peki, kolektif güvenlik nerede başlar nerede biter? Yaptırımların etkili olması nasıl mümkün olur? Ülkelerin kendi ulusal güvenlik kalkanlarını oluşturması nereye kadar mümkündür, buna neden karşı çıkılır? Bunlar kolektif güvenlik meselesinin yeni sorunları.

Ne zaman müdahale edeceğiz?

Türkiye’nin Zeytin Dalı Harekâtı sonrasında NATO üyesi ülkelerden çeşitli tepkiler geldi. Suriye’de odaklanan terör örgütlerine karşı güvenlik koridoru oluşturmak amacıyla başlatılan operasyona “Türkiye Suriye’nin egemenliğini tehdit ediyor” diyenler de “PKK’lı militanlar” diyerek terör örgütüne sempati besleyenler de NATO üyesiydi.

Harekât öncesinde Türkiye NATO ülkelerini göreve çağırmış, yanında yer almaya davet etmişti. Operasyonun başlamasıyla beraber NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, “Türkiye, en çok terör saldırısına maruz kalan NATO üyesi. Türkiye’nin de diğer ülkeler gibi kendini savunma hakkı var ancak bunun orantılı ve ölçülü bir şekilde yapılması önemli” dedi.

Birleşmiş Milletler’in açıklamasıysa tehdit eder nitelikteydi. Birleşmiş Milletler (BM) Sözcüsü Stefan Dujarric, “Olası operasyonun Suriye’ye yollanan insani yardımların durmasına ya da aksamasına yol açacağından endişe duyduklarını” söylüyordu. Daha önce yaptığı raporlamalarda da PKK’yı terör örgütü olarak anmayan BM, operasyonun başlamasıyla Afrin gündemiyle toplandı.

Güvenlik manipüle mi ediliyor?

Güvenlik kavramının tanımı da şimdiye kadar ortaya konulan güvenlik algısının manipüle edilip edilmemesi de büyük önem taşıyor. ABD’nin 11 Eylül sonrası güvenlik politikalarında ulusal güvenlik düzeyinde değişikliklere gitmesi aynı zamanda bir milat. Ulusal politikalarını aynı zamanda dünyaya da dayatan ABD, sınır ötesi Afganistan, Irak gibi ülkelerde yürütülen operasyonlarını da “ulusal güvenlik” olarak nitelemekten kaçınmadı. Bu gelişmeler, ulusal güvenliğin, konjonktüre göre kapsam ve şekil değiştirdiği ancak geçerliliğini her zaman koruduğu gösteriyor. ABD’ye gösterilen esnekliğin başka ülkelere gösterilmemesiyse bir diğer sorun.

Tartışmalar Birleşmiş Milletler’in yapısı gereği belli sayıda üyenin var olan tehdit üzerinde mutabık olması ilkesinden başlıyor. Yeni güvenlik kolektifleri de daha ziyade ortaya çıkan tehditlerin yapısına göre biçimleniyor. Kuzey Kore tehdidine karşı, ABD-Japonya-Güney Kore, Rusya’ya karşı İskandinav ülkeleri ve NATO, yine Rusya’ya karşı Baltık ülkeleri ve ABD, Suriye’deki iç savaş ve parçalanma tehdidine karşı Türkiye-Rusya ve İran’ın oluşturduğu güvenlik mekanizması ile DEAŞ’a karşı oluşturulan ABD önderliğindeki koalisyon gibi.

BM tartışılmaya açılacak

TRT Haber Dairesi editörü Mehmet Ayfer Kancı, bu meseleyle ilgili “Gelecek günlerde BM’nin ömrü tartışılacak” diyor: Birleşmiş Milletler, günümüzdeki gelişmeler doğrultusunda Güvenlik Konseyi’nde 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş 5 daimi üyenin veto tahakkümünü kıramadığı takdirde ömrü tartışılacak bir yapı haline gelecektir. Kolektif bir güvenlik şemsiyesi oluşturmaktan aciz kalan bu yapının, 2. Dünya Savaşı öncesinde un ufak olan Milletler Cemiyeti’yle aynı kaderi paylaşması kaçınılmaz olacaktır. ABD, İsrail uğruna Birleşmiş Milletlerin kahir ekseriyetini karşısına almaktan çekinmemekte, hatta örgüte verdiği mali desteği şantaj konusu haline getirebilmektedir. Bu haliyle Dünya güvenliği için Birleşmiş Milletlere ya da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) umut bağlamak fazlasıyla iyi niyetli bir yaklaşım olacaktır.”

Kolektivite zayıflıyor

Kancı ayrıca kolektivitenin zayıfladığını da söylüyor: Eğer 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi başarılı olsaydı Türkiye kendisine Suriye’nin kuzeyinden yönelmiş terör tehdidini bertaraf edebilecek iradeye sahip olacak mıydı? Ve üyesi olduğu kolektif güvenlik yapısı NATO, o şartlar altında bir müttefikinin sınırındaki terör tehdidini ortadan kaldırmak için ne katkı verecekti? Darbe girişiminin ardından sığınma talep eden FETÖ mensubu subaylara ev sahipliği yapan NATO müttefiki ülkelerin durumuna bakılırsa, bu kolektif yapının Zeytin Dalı Harekâtı ile bertaraf edilen terör tehdidi konusunda Türkiye’ye yardımcı olmayacağı açık.”

Güvenlik ve terör söz konusu olduğunda devreye ne kadar bu kolektif yapıların girmesi beklense de ülkelerin politik çıkarlarının bu ilkeyle ters düşmesi “5 kader belirleyicinin onayı şart mı?” meselesini gündeme getiriyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dünyada da karşılık bulan “Dünya 5’ten büyüktür” çağrısı da tam olarak bu meseleye işaret ediyor. Terörün küreselliğini gören çoğu ülke ve kuruluşlar artık bir önlem alınması, sessiz kalınmaması gerektiği konusunda hemfikir.

İrademiz de imkânımız da var

Zeytin Dalı Harekâtı, kendi güvenliğimizi sağlamanın ilk adımı mı? Harekât, uzmanlarca “Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlayabilecek konuma gelmesinin adımlarından biri” olarak niteleniyor. Aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin yetersiz kaldığı noktada, ülkelerin kendi alternatiflerini ortaya koymasının da açık bir örneği.

Harekâtın gerçekleşmesi sırasında uluslararası hukuk ilkelerinin gözetilmesi de bir emsal. Birleşmiş Milletler, küresel terörle mücadele edecek söylem ve pratikleri geliştirmekte etkisiz kalırken, Türkiye de ABD ya da Rusya gibi kendisine yönelen terör tehditleri bertaraf etmenin alternatifini ortaya koyuyor.

NATO’nun ‘küresel jandarma’ rolü

NATO terörün bitmesi için ne yaptı? Bu soruyu cevaplayan Kancı’ya göre, “pek az şey”: NATO, eleştirilecek pek çok yanı olmakla beraber en azından caydırıcılık düzeyinde ‘küresel jandarma’ rolünü bugüne kadar başarıyla icra etmiştir. Birleşmiş Milletler ise bu anlamda jandarmalık bir yana kendisine emanet edilen milyonlarca sivilin bekçiliğini yapma görevini bile pek çok kez yerine getirememiştir” Kolektif güvenliğin sağlanabilmesi için, yeterli miktarda üyenin saldırıyı oluşturan sebebin üzerinde mutabık kalması gerekiyor. Fakat  NATO Türkiye’de terörün bitmesine yönelik herhangi bir şey yapmıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi mevcut yapısı itibarıyla ortak bir güvenlik anlayışı oluşturabilmek bir yana terörün ortak bir tanımını dahi yapmaktan aciz durumdadır. Filistinlileri, İsrail saldırganlığından korumaktan aciz bir yapının günümüzde giderek sofistike özellikler arz eden küresel terör tehdidine karşı ülkelerini korumasını beklemek iyi niyetli bir yaklaşım olacak.”

Türkiye’ye engel mi oluyorlar?

Kancı’nın dikkat çektiği bir diğer noktaysa, teknoloji kullanımı: Türkiye’nin yüksek irtifa hava savunma sistemi kurması bugünün değil 1990’ların başından bu yana süren bir mesele. Uzun menzilli balistik füzelere sahip olan ülkelerin sayısının artmasına rağmen Türkiye’deki milli savunma kuruluşları o yıllarda gereken atılımı göstermezken, müttefik ülkelerde bu anlamda katkı yapmakta isteksiz davrandılar. Peki, uzun menzilli balistik füze tehdidinin bu denli arttığı hatta bu tür silahların terör örgütlerinin eline geçme ihtimalinin değerlendirildiği günlerde, Türkiye’nin kendisini savunmak için yaptığı girişimlere müttefikleri tarafından neden tepki gösterilmekte? Sorulması gereken soru budur. Bu sorunun cevabını ararken ise karşımıza çıkan tek bir ihtimal var. Müttefikleri, sahip olacağı füze savunma sistemi sayesinde Türkiye’nin kendi balistik füze teknolojisini geliştirmesinden endişe duymakta. ABD günümüzde füze ve uzay teknolojisini 2. Dünya Savaşı sonrasında ganimet olarak elde ettiği Alman V-2 füzeleri ile bunları imal eden Wernher von Braun’a borçlu. ABD, Apollo uzay programını Von Braun’un geliştirdiği füze teknolojisi üzerine inşa etti. Keza yine İran, bugünkü füze teknolojisini 1980’li yıllarda SSCB’den aldığı S-300 füze sistemleri sayesinde geliştirdi. Yani bir kez bu füzeleri elde edip inceleme fırsatı bulan ülkelerin kısa sürede kendi balistik füze teknolojilerini geliştirebildikleri ortada. Ve bizim kolektif güvenlik sistemi NATO şemsiyesi altında bir araya geldiğimiz ülkelerin Türkiye’nin bu teknolojiye sahip olmasını istemedikleri anlaşılmakta.”

Türkiye’nin Afrin’den sonra güney sınırı boyunca diğer bölgelerde de güvenliğini sağlamaya dönük adımlar atacağını düşünüldüğünde, kolektif güvenlik konusunun yakın zamanda daha yoğun biçimde tartışılacağını tahmin etmek zor değil.

Benzer konular