İslam’ı tercümelerle kavradık

Geçtiğimiz günlerde Star gazetesinin organizasyonunda Necip Fazıl ödülleri verildi. Törene Saygı Ödülü’nü alan Rasim Özdenören, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Nuri Pakdil’in sohbeti damga vurmuştu. Özdenören ve Pakdil’in Cumhuriyet sonrası başlayan despotça yasakların getirdiği çorak ortamda, sesimize ses veren yazarlar olması açısından onurlandırılmaları önemliydi. Peki daha öncesinden ne olmuştu? Türkiye’de İslam’ın sesini kim duyurmuştu? Buradan yola çıkarak Cumhuriyet sonrası neler yaşandı, entelektüel ortam ne durumdaydı bakmak istedik. 60’lı yılların en önemli entelektüel faaliyeti İslam ülkelerinden alimlerin eserlerinin tercüme edilmesiydi. Bu tercümeler sayesinde İslam’ı yeniden tanımış, Kur’an’la kesilen ilişkimizi yeniden kurmuştuk. Tercüme eserleri, bizzat emek verenlerle konuştuk. Tercüman, yazar M. Beşir Eryarsoy, hem yayıncılık yapan hem de bu tercüme eserlerin birçoğuna geniş önsözler yazan İsmail Kazdal, yayıncı İlyas Dönmez, yayıncı Kazım Sağlam ve tercüme eserler üzerine çalışan ve yayınlayan Hamza Türkmen ile tercüme eserlerin hayatımıza nasıl girdiğini, toplumumuzu nasıl dönüştürdüğünü konuştuk.

Yapay sınırlarla parçalandık

Bizim hikayemizi anlatmaya başladığımızda biraz geriden başlamamız gerekiyor. Daha da geriye gidilebiliriz ama biz Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından başlayalım. 1. Dünya Savaşı sonrası dünya devletlerinin Osmanlı’nın boğazına sarılmasının ardından, 1921’de yapılan Kahire Toplantısı’nda İslam coğrafyası parçalandı. Churchill ve Lavrence harita mühendisleriyle katıldıkları toplantıda İslam coğrafyasını ulus devletlere böldü. 1923’te Türkiye’nin yine ulus temele dayanan bir Cumhuriyet olarak ilan edilmesinin ardından, inkılaplar devreye sokuldu. Bunlardan toplum üzerinde en travmatik etkiyi şüphesiz kılık kıyafet ve dil devrimi yaptı. Dil devrimi sayesinde İslam coğrafyasından sadece çizilmiş sınırlarla değil, dil ve kültür olarak da ayrılmış olduk. Müslümanların kafasında böyle sınırlar yoktu, bu düzenlemelerle tüm ümmet coğrafyasıyla irtibatımız kesildi ve milli bir dindarlığa mahkum olduk. İnkılaplar ve İstiklal Mahkemeleri’nin despot uygulamaları, tek parti döneminin baskıcı rejimi 1950’lere kadar devam etti. Demokrat Parti’nin seçimden zaferle çıkmasıyla kısmen bir rahatlama yaşandı ancak aradaki 30- 40 yıllık kesinti toplumun dini açıdan adeta budanmasına sebep oldu.

Dua kitaplarından başka kitap yoktu

Yazar mütercim M. Beşir Eryarsoy, 1960’lı yıllara kadar olan dönemde Türkiye’de Müslümanların sahip olduğu zihni yapıyı şu sözlerle anlatıyor: “Müslümanların en iyileri, milliyetçi, mukaddesatçı olmaktan öte gidemiyorlardı. Amerika’ya karşı sıcak bakıyorduk. Namazımızı kılmaya çalışıyor, ‘Cami çevresinde meyhane olmasa, hanımlar da şu elbiselerine dikkat etseler, Cuma günü tatil olsa’ gibi çok sınırlı ve mahdud bir dünya görüşü, İslam anlayışı ve mahdud bir takım ufak tefek rötuşlarla hayatın İslam nokta-i nazarından tamamen yoluna gireceğini düşünen bir çerçeveye sahiptik.” Bu dönemde İslami kaynaklar da oldukça sınırlıydı. Eryarsoy, o zaman İslam adına mevcut yayınların bir kaç milliyetçi, mukaddesatçı günlük gazete ile yine milliyetçilik ve mukaddesatçılığı belli bir düzeyde işlemeye çalışan bazı kitaplar olduğunu söylüyor. Büyük İslam İlmihali, Ahmet Hamdi Aksekili’nin İslam Dini, Riyazüssalihin ve Peygamber Efendimizin hayatını anlatan bir kaç ciddi birkaç kitap dışında ellerinde kaynak olmadığını anlatan Eryarsoy, “Dua kitapları, Enam-ı Şerifler gibi folklorik manada dindar halkın manevi ihtiyaçlarını tatmin etmenin ötesine geçmeyen eserler vardı” diyor.

Bugünkü nesil anlayamaz

Yayıncı İlyas Dönmez ise o günlerde nasıl bir hava olduğunu “Sadece Numan Kurtulmuş beyin dedesinin Amentü Şerhi vardı. Bir tane kitap! Bunu bugünkü nesil anlayamaz” sözleriyle anlatıyor. Yazar Hamza Türkmen, durumun daha iyi anlaşılabilmesi için Osman Öztürk’ün 1972’de Diyanet yayınları arasından yayınlanan Türkiye Makaleler Bibliyografyası’na bakılmasını tavsiye ediyor: “1960’lı yıllara kadar Türkiye’de dini neşriyatın hepsinin dökümü var. İslam’ın dünyayla, hayatla, ekonomiyle, siyasetle ilgisini anlatan bir tane kitap yayınlanmamış. Yasak çünkü bunlar.” Kazım Sağlam ise o dönemki siyasi atmosfere de dikkat çekiyor. 1960’lı yıllarda Türkiye’de bir değişim olduğunu ve 1969’da Milli Görüş hareketinin siyasi sahneye çıktığını anlatan Sağlam, İslamileşme süreci başlayınca bir boşluk doğduğunu, o günlerde Mısır’da Pakistan’da olan İslami mücadelenin buraya da yansıdığını belirtiyor.

Devletsizlik problemi arayışa sürükledi

Türkiye’de bunlar yaşanırken İslam dünyasında neler oluyordu? Kazım Sağlam “Osmanlı’nın yıkılışından sonra Müslümanların problemleri arasına bir de devletsizlik ilave edildi. Bunun üzerine İhvan yazarları meseleye el attılar. İslam devletinin modern dünyada nasıl olması gerektiği, olup olamayacağı tartıştılar. Bilhassa Seyyid Kutub devlet merkezli bir düşünce ortaya attı. Aynı zamanda modern dünyada kendisi Müslüman kalarak bir hesaplaşma dili kullandı” diyor. Hamza Türkmen İslam coğrafyasındaki hareketlerin daha Osmanlı yıkılmadan başladığını anlatıyor. Muhammed Abduh, Celaleddin Afgani gibi isimlerin ümmeti yeniden diriltmek için bir ıslah hareketi başlattığını ve 1884’te Urvet–ül Vuska dergisini çıkardıklarını söyleyen Türkmen, “Fransa’da çıkan bu dergi İngiliz baskısıyla kapattırıldı. Ama o dergideki form bizde Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşad; Cezayir’de Şihab, Tunus’ta Mecellutu’z-Zeytuniyye, Mısır ve Bilad-ı Şam hattında Menâr, Hint Kıtası’nda Tercümanu’l-Kur’an olarak devam etti. Muhteva aynıdır. Ümmeti biz Batı işgalinden, sömürüsünden nasıl kurtaracağız, nasıl uyandıracağız kaygısı ortaktır” diyor.

Said Nursi teşvik etti

Hal bu iken Salih Özcan, Said Nursi’nin de teşvikiyle İslam dünyasında yazılan kitapları Türkçeye tercüme ettirmeye karar verdi. Salih Özcan o dönemde ticaret için Arabistan’a, Pakistan’a Mısır’a giden bir tüccardı. Geçtiğimiz yıllarda vefat eden Özcan bir söyleşisinde tercüme fikrinin nasıl doğduğunu şöyle anlatmış: “O günlerde yeni açılan İmam Hatip Okullarından yetişen gençler yeni bir bina yapacaklardı. Ama malzemeleri yoktu. Onların ufkunu açacak, onlara malzeme olacak yeni kitaplar ve yeni yorumlar lazımdı. Ve bir gece tüm İslâm ülkelerindeki yaşayan İslâm alimlerinin eserlerini çevirtip Türkiye’de yayınlamağa karar verdim. Böylece onlara yapacakları bina için malzeme sağlamış olacaktım. Sanırım bunda da başarılı oldum.” Böylece Salih Özcan Hilal yayınlarını kurdu ve tercüme faaliyetlerini başlatmış oldu. Bu bizim Kur’an’la yeniden temasımızın ilk adımı oldu. Yayınevinin yayını olan Hilal dergisi de İslam coğrafyasındaki gelişmeleri Müslümanlara aktarma görevini üstlendi.

İslam’ı tercümelerle kavradık

1961 yılında darbeden sonra yürürlüğe giren anayasanın nispeten özgürlükçü olması çeviri kitapların yayınlanmasında önemli bir etken oldu. Tercümeler yayınlanmaya başladıktan sonra Türkiyeli Müslümanlar İslam’ın beşeri hayata getirdiği teklifleri görüp hem şaşırdı hem de sevindi. Beşir Eryarsoy o dönem yaşananları şöyle anlatıyor: “Bu tercümeler yapıldıktan sonra İslam’ın hem kapsamı hem muhtevası ile alakalı kanaatlerimiz genişlemeye ve netleşmeye başladı. O zamanın şartları içinde, doğu ve batının özleri ve muhtevaları itibariyle barışamayacağı, İslam adına bir yerlerde buluşmasının mümkün olamayacağı bir dünyada yaşadığımızın farkına vardık. Türkiye’nin de siyasi paylaşım içerisinde, İslam dünyasının bir kısmı gibi, özelikle NATO vb. Batı ile ittifakları sebebiyle Amerika’nın kontrolünde tutacağı bir ülke olarak pay edildiğini gördük. İslam’ın sadece bir çeşit mütedeyyinlik, dine bağımlılık veya dindarlık anlamında ibaret olmadığı aksine İslam dininin dünyasıyla, ahiretiyle, ekonomisiyle, siyasetiyle, ahlakıyla, ailesiyle, devletiyle, devletler arası ilişkileriyle hayatın tamamını kuşatan bir din olduğu gördük. Tercümeler insan hayatında fert ve toplum olarak, ekonomik veya sosyal ilişkilerinde, ahlaki veya Rabbiyle olan ilişkilerinde en ufak bir gedik bir boşluk, doldurulmadık bir alan, bilinmedik meçhul denilebilecek türden bir alan bırakmadı.”

İlk defa ayet kullanan birini okudum

O dönemde Hilal dergisi kendine emanet edilen İsmail Kazdal, tercümelerle ilgili şahsi tecrübesini “İslam’da Sosyal Adalet kitabını okuyunca ilk defa iktisadi ya da ekonomik konularda ayetleri kullanan bir adam gördüm. O zaman çok mutlu hissetmiştim. İslam’ın sosyal ve siyasal hayata teklifleri varmış. Biz bilmiyorduk ama bizim dışımızda bazı şeyleri bilenler vardı” sözleriyle anlatıyor. Kazdal’ın hissettiklerini pek çok insan hissetti aslında. Büyük bir ilgi uyandıran tercüme eserler bilgi açlığı çeken gençler tarafından büyük bir iştahla okunmaya başlandı. Kazdal, “Hilal dergisi 10 bin basıyordu. Dergide yazılar tercüme etmek için İslam dünyasına adamlar gönderdik. Hilal yayınlarında Mevdudi, Muhammed Kutub, Mustafa Sibai gibi alimleri tercüme ediyorduk. Ama ekseri Seyyid Kutub ve Mevdudi okunuyordu. En çarpıcı kitap Yoldaki İşaretler’di. Hangi kitabı çevirsek 6-7 bin satıyorduk. İslam’la içtimai meseleleri bir araya getiren tercümelerdi onlar. Tasavvuf yoktu, sadece ekonomi, sosyal yaşantı vardı. İslam insani nizam nazarıyla vardı. Tercümeler insanları yavaş yavaş etkiledi. Pasif bir anlayıştan aktif bir anlayışa geçilmeye başlandı. 62- 63’te başlayan bu akım ancak 68- 69’larda makes buldu. Artık İslamiyet’in siyasi hayata katılması noktasına gelindi. Bunun da öncüsü Necmettin Erbakan’dır. İslam bir nizamdır düşüncesi, İslam hayatı tanzim eden ahlaki ilkeler manzumesidir anlayışı telakkisi gelişti ve bu bir siyasi partiye dönüştü” sözleriyle tercümelerin toplumu nasıl etkilediğini anlatıyor.

Milliyetçi İslam anlayışından kurtulduk

İlyas Dönmez tercüme eserlerin o dönemde bilgiye olan açlık nedeniyle toplumu oldukça etkilediğini, özellikle üniversite gençliğinin bu değişimden payını aldığını ifade ediyor. Çeviri eserlerle toplumun daha çok bilinçlenip daha çok okuduğunu ifade eden Dönmez, Cumhuriyetten kaynaklanan boşluğun tercümelerle kapandığını söylüyor ancak bu hareketin siyasi bir hareketi doğurduğu fikrine de katılmıyor. Tercüme eserlerin en büyük etkilerinden biri ise o güne kadar milliyetçi muhafazakar çizgide devam eden İslam anlayışını ümmetçi bir anlayışa dönüştürmesi oldu. Bu tercümeler sayesinde ümmetin parçası olduğumuzu fark ettik. Dönmez, “Bu hususta Türkiye Müslümanlarının diğer dünya Müslümanlarından daha ümmetçi, dünya Müslümanlarını hesaba katan insanlar olduğunu düşünüyorum” diyor.

İran tercümeleri problemliydi

Böylece başlayan çeviriler 1980’li yıllara kadar Pakistan ve Mısır İhvan’ından, Suriye’den, Lübnan’dan, Cezayir’den, Tunus’tan, Mevdudi, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Malik bin Nebi, Hasan el Benna gibi isimlerle devam etti. 60 sonrasında Arapça, 70 sonrasında Urduca, 1980 sonrasında ise Farsça ağırlıklı çeviriler yapıldı. İran İslam Devriminin ardından yeni bir dalga başladı. İran devrimini anlamak, neler olduğunu öğrenmek istiyordu insanlar. Başta Ali Şeriati olmak üzere bu coğrafyanın kitapları çevrilmeye başlandı. Hamza Türkmen, “İran’dan Amerika’nın kovulması bir heyecan üretti. Bunun arka planı nedir merakıyla ilk defa kitaplar çevrildi. Ama daha sonra İran bu sefer kitaplarını Türkiye’de propaganda niyetiyle yayınlattı. Hem tabii hem projevari bir formu vardır İran kitaplarının. Devrimi yapan Usuli boyuttu. Bizim çevirttiğimiz kitaplar da Usuli kanadın kitaplarıdır” diyor. Bu düşünceye Beşir Eryarsoy da katılıyor. Devrim sonrasında ağırlıklı olarak İranlı müelliflerden Ali Şeraiti’nin eserlerinin, Mutahhari, Beheşti gibi yazarların da az sayıda kitabının tercüme edildiğini söylüyor. Eryarsoy, “Zamanla devrimin heyecanı geçtikten sonra İran eserlerine yeniden bakıldığında gerek tarihten gelmiş birikimlerin, gerekse de bazılarında batı düşüncelerinin zannedildiğinden daha fazla şekilde etkili olduğu görüldü” diyor.

90’larda Mavera damarı vardı

90’lı yıllarda neler oldu peki? Hamza Türkmen’in iddiasına göre, biz henüz sistematik bir bütünlük yakalayamadan, Batılı oryantalistlerin think thank kuruluşlarının İslam üzerine ürettiği neo gelenekçilik, İslam modernizmi, Kur’an tarihselciliği gibi kitaplar da çeviri yoluyla Türkçede devreye sokuldu. Seyyid Hüseyin Nasr, Rene Guenon, ya da Avrupa’nın istediği İslam olan Mevlana, Hallac-ı Mansur, Muhiddin İbn-i Arabi gibi felsefik, teorik, hayattan kopuk bir formun yaygınlaştırıldığını söylüyor Türkmen. Rudi Paret, Montgomery Watt gibi yazarlarla da Kur’an’ı anlamanın tarihselcilik formu basıldı. Türkmen bu çevirilerin Kur’an’la hayatı anlamaya çalışan akımın kafasını karıştırdığını ama bütün bunlara rağmen Urvetul Vuska çizgisiyle irtibatta olan araştırmacı ve akademisyenlerimizin 90’lı ve 2000li yıllardan bu yana artık çevirilere ihtiyaç kalmayacak düzeyde telif eserler yazmaya başladığını düşünüyor.

Sezai Karakoç tercümelerden etkilendi

İlyas Dönmez, Beşir Eryarsoy ve Kazım Sağlam ise tercümelerin yanı sıra Sezai Karakoç, Rasim Özdenören gibi isimlere dikkat çekiyorlar. İlyas Dönmez 90’larda Mavera çevresi, Yedi Güzel Adam gibi yazarların kendi telif eserlerini yazmaya başladıklarını söylüyor. Dönmez, “Sezai Karakoç, Mavera çevresi edebi bir akım ancak bunlar da tercümelerden etkilenmiştir. Şiirlerinde ümmet vurgusu ve evrensel temalar görülür. Evrensel olan hem edebiyatta hem şiirde etki etmiştir” diyor. Beşir Eryarsoy, özellikle Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinin ilk sayısında Mevdudi’den epey tercüme yapıldığını ifade ediyor. Eryarsoy, “Rasim Özdenören abimizin İslam’da Devlet Nizamı adıyla neşredilen kitabı önce Diriliş dergisinde tefrika edildi. Çizgileri itibariyle ayrı tutmuyorum. Seyyid Kutub’un İslam’da Sosyal Adalet kitabı ve İslam Kapitalizm Çatışması kitabında anlattıkları ile Sezai Karakoç’un İslam Toplumunun Ekonomik Striktürü arasında muhteva olarak bazı farklılıklar olsa bile, İslam ekonomisinin kökenleri ile alakalı söyledikleri birbirleriyle aynı doğrultuda seyrediyor” diyor. Kazım Sağlam ise Sezai Karakoç’un tercümelerdeki medeniyet perspektifini bu topraklara ve bu kültüre yerleştirdiğini ve bunu kendisi kalarak yaptığını ifade ediyor. Bu noktada Mehmet Akif, Sait Halim Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Namık Kemal ve Ziya Paşa’yı da sayan Sağlam, İslami düşüncenin Afgani ve Abdul’le başladığı gibi bir düşüncenin olduğuna işaret ediyor ve “Hayır öyle bir şey yok, onlardan önce bu topraklarda bu meseleler görüşülmüş, tartışılmış, onlar da bunun devamıdır. Ben Sait Halim Paşa’nın, Sezai Karakoç’un, Akif’in baktığı yer ile Afgani’nin baktığı yeri ayrı görmüyorum. Sezai Bey yerel düşünce ile ümmetçiliği meczedebilen, ayakları yere basarak ümmetçilik yapabilen bir insandır. Kendimizi inkar ederek ümmetçilik yapamayız” diyor.

Dil farklı ama bizim kitaplarımız

Bu kitaplara tercüme diyoruz. Ancak aslında bu kitaplar bizim coğrafyamızın eserleriydi. Beşir Eryarsoy, “Eğer harf inkılabı ve öğretilen sınırlar olmasaydı aslında biz bu kitaplara dışarıdan gelmiş veya tercüme edilmiş nazarıyla bakmayacaktık. Çünkü İstanbul’da yazılan kitapla, Kahire’de yazılan kitap arasında bir fark olmazdı. Bu sınırlardan dolayı, bize giydirilmiş deli gömleklerinden dolayı onlar dışarıdan gelmiş gibi görünüyor. Yoksa bu inkılabı yaşamamış olsaydık, Osmanlı döneminde konuşulan Türkçe Cumhuriyetin bilinçli müdahalesi ile kısırlaştırılmamış olsaydı, Arapça bizim için sonradan öğrenilen bir dil olmazdı. Her birimiz sadece Osmanlı Türkçesi bilsek bile Arapçayı çok rahat bir şekilde öğrenebilirdik” sözleriyle yerli – tercüme kitap ayrımını anlatıyor. Hamza Türkmen ise yerli ve yabancı ayırımının akademyanın getirdiği bir ayrım olduğunu düşünüyor. Türkmen, “Mevdudi, Seyyid Kutub, Malik bin Nebi’den eserler İslam’ı tanıma konusunda bize katkıda bulundu ama bunlar parça doğrulardı, bütünsel bir sistematiği yakalayamadık. Zaten Türkiye’de bunu yakalayabilecek bir alt yapı da yoktu. Fakat o sırada özellikle akademya, Ankara İlahiyat Fakültesi’ni zorlayarak bu yerli yabancı ayrımını ortaya çıkardı. Marksist diyalektik felsefenin yerlisi yabancısı var mı? İslami düşüncenin de yerlisi yabancısı olmaz. Bu direkt akademyanın milli dindarlık formunun bir ayrımıdır. O süreçte biz bu tarz doğrularımızla daha bütünsel daha tutarlı bir düzey yakalamak konusunda yenildik ve hepimiz gençtik” diyor.

Yoldaki İşaretler 300 bin bastı

Seyyid Kutub’un İslamda Sosyal Adalet kitabı çevrilen ilk kitaplardan biriydi. İsmail Kazdal, Türkiye’de en fazla okunan tercüme eserin yine Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabı olduğunu ifade ediyor ve “Yoldaki İşaretler bu ülkede en az 300 bin satmıştır” diyor. Beşir Eryarsoy ise Muhammed Hamidullah’ı işaret ediyor ve kilit taşı hükmünde olduğunu söylüyor: “Tercümeler 80’li yıllara kadar ağırlıklı olarak Müslüman Arap müelliflerin yazdığı Arapça eserlerden yapıldı. İkinci derecede ise Arap olmayıp eserleri Arapçadan tercüme edilmeyen diğer büyük ilim fikir adamları vardı. İslam’a hizmetleri çok büyük Muhammed Hamidullah bunlardan biridir. Pakistanlı olmakla birlikte eserlerini batı dillerinde, ağırlıklı olarak Fransızca yazmıştır. Türkçeye Batı dillerinden tercüme edilmiştir. Pakistan’da bile ben onun eserlerinin bu kadar çok tercüme edildiğini zannetmiyorum. O manada Muhammed Hamidullah da çok önemli bir kilit taşıdır.” Hamza Türkmen için de Yoldaki İşaret’ler en önemli kitaplardan biri. Buna bir de Mevdudi’nin Kur’an’a Göre 4 Terim kitabını ekliyor. Türkmen, “İslami Kur’ani kavramlarımızı doğru kullanmak konusunda en önemli işaret taşı Mevdudi’nin Kur’an’a Göre 4 Terim kitabı oldu. Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretleri bir toplum durum değerlendirmesi yapması açısından önemli. ‘Biz mağlup olduk, yeniden Kur’an ümmetini kurmamız lazım’ diyor. Bir perspektif çiziyor ama bu Seyyid Kutub’un en az anlaşılan yanıdır. İnsanlar Firavun’a boyun eğmeyip ölüme gidişine, yiğitliğine meftun” diyor.

Yerli kültüre üstten bakışı çözemedik

Çeviriler yayınlanmaya başladığında herkes tarafından da kabul görmedi. Bu çevirilerin bölgesel sorunlara odaklandığı ve bize uymadığı gibi eleştiriler yapıldı. Hamza Türkmen bu konuda, “Allah’ı, tevhidi anlatmanın Türkiye’si, Mısır’ı, Lübnan’ı, İran’ı olur mu? Türkiye’de bile Diyarbakır’la, İstanbul varoşları veya Muğla sayfiyelerinin sorunları farklıdır. Ama hangi ölçüye göre çözeceğiz? Müslümansak İslam ölçüsüne göre çözeceğiz. Çeviriler Mısır’ın özel şartlarını Pakistan’ın özel şartlarını anlatıyorsa amenna, çeviriler evrensel olan birikimin buraya yansımasıdır” diyor. Türkmen bu kitapların bazı olumsuz yanları olduğunu da ekliyor. İslam devrimi, İslam ekonomisi, İslam devrimi gibi günübirlik, heyecanlı, Sünnetullah, Kurani toplumsal yasaları gözetmeyen, çoğu da hamasi ve romantik kitapların teoride kaldığını anlatıyor. Bunların karşılığı olmadığını gören 80- 90’ların delikanlılarının hayatla tanıştıkça moral bozukluğuna uğradıklarını söyleyen Türkmen, İslamcılık tartışmalarının bunlarla alakalı olduğuna işaret ediyor.
Kazım Sağlam ise tercümelerin ideolojik ve ilmi eserler olmak üzere iki ayrı formatta olduğuna işaret ediyor. Tercümelerin ümmetin birliği açısından büyük bir katkısı olduğunu ancak bu eserlerin hangisinin evrensel, cihanşümul olup hangisinin o ülkeye, o kişiye ait düşünce olduğunu birbirinden çok tefrik edemediğimizi söyleyen sağlam bunun aleyhimize olduğunuzu anlatıyor. Tercümelerin bir başka olumsuz yönünün ise yerli kültüre karşı üstten bakma gibi bir zihin yapısının oluşmasına sebep olması olduğunu söyleyen Sağlam, bu sorunun hala çözülemediğini de ekliyor.

MİT’in çevirttiği kitap

Tercümeler söz konusu olduğunda Seyyid Kutub’un İslam’da Sosyal Adalet kitabı hakkında ilginç bir anekdot da anlatılıyor. İsmail Kazdal, 1961 anayasasının özgürlük ortamını sosyalistlerin çok iyi kullandığını ve o zamanki devlet yapısının bundan rahatsız olduğunu söylüyor. Sol fraksiyonların Sosyal Adalet kavramını sıkça kullanması karşısında durabilmek için devletin bir grup eliyle Seyyid Kutub’un İslam’da Sosyal Adalet kitabını çevirttiğini iddia ediyor. İddialara göre sol ve Marksist düşüncelerin Türkiye’de de etkili olmasını engellemek için MİT Başkanı Fuat Doğu girişimlerde bulunuyor ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür’e kitabı çevirtiyor ve Cağaloğlu yayınlarından bastırılıyor.

Benzer konular