İslam şehirleri imha ediliyor

Et Veii veteres, et vos tum regna fuistis

Et vestro posita est aurea sella foro
Nunc intra muros pastoris buccina lenti

Cantat, et in vestris ossibus arva metunt

Propertius

 

Yukarıdaki mısralar George Dennis’in 1848 tarihli kitabında geçiyor. Kitabın adı “Cities and Cemeteries of Etruria / Etrürya’nın Şehir ve Mezarlıkları”. George Dennis’in Latince’den yaptığı çevirinin dilimize yansıması şöyle:

Veii, eski bir kraliyet tacın vardı senin

Forumda, orta yerinde altın bir taht dururdu

Şimdi duvarlarında sadece çobanların düdüğü yankılanıyor

Küllerinin üzerinden başak başak yaz buğdayları sallanıyor

 

Bir zamanlar Etrüsk medeniyeti vardı

Peki, bize ne anlatıyor bu mısralar? Bir zamanlar Veii diye zengin bir şehrin olduğunu, viraneye döndüğünü, artık yerinde yeller estiğini. Veii için Dennis “Bir zamanlar Etrüsklerin en güçlü, en müreffeh şehriydi” diye yazıyor kitabında. Romalılar gelene kadar tabii. Veii kentinin son günlerini bir de Romalı tarihçi Florus’dan dinleyelim. “Roma Tarihinin Özeti”nde şunlar yazılı.

“Veii kentinin 10 yıl süren kuşatmaya direnmesi onun gücüne işaretti. Bütün bir kışı deriden çadırlar altında geçiriyorken kendilerine ödeme yapılması Romalı askerini gayrete getirmiş, şehri almadan geri dönmemek üzere ant içmişlerdi. Kenti ele geçiren Roma askeri Kral Tolumnius’un yağmalanan hazinesini Jüpiter tapınağına bağışladılar. Kenti düşüren ne kuşatma merdivenleri ne de bir genel saldırı oldu. Toprağı kazarak yerin altından geçitler açtılar ve şehre girdiler. Alınan ganimet o kadar büyüktü ki onda biri Apollo tapınağına sunak olarak gitti. Ve bütün Roma halkına Veii kentinin sabanlarla sürülerek dümdüz edilmesi talimatı verildi. O günlerde Veii kentinin başına bunlar geldi. Şimdi onun varlığından haberdar olan var mı? Ondan geriye hangi iz kaldı?”

Yok edilen Kızılderili medeniyeti

 Kristof Kolomb, “Bu yerliler, dünyanın en iyi, en nazik insanları. Kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar” diye yazıyordu günlüğüne. Hindistan’a ulaşmak, Doğu’nun hazinelerini elde etmek için yelken açmış bir adamın bu sözlerini neye yormalı? Hümanist oluşuna mı? O vakit Kolomb hakkında yazılmış beş kitabın sahibi, ABD’li tarihçi Samuel Eliot Morison’a kulak verelim.

“1492’de bir yeryüzü cenneti olan İspanyol Adası’nın bütün insanlarının yok edilmesi siyaseti ve o siyasetin uygulanması, tek sorumlusu olan Kolomb tarafından başlatıldı. Çağdaş bir etnoloğa göre, 1492’de 300.000 olması gereken ada nüfusunun üçte biri 1494-1496 arasında öldürüldü. 1508’de, sağ kalan yerlilerin sayısı 60.000 idi. 1548’de İspanyol resmi kronikçi Oviedo, adada yaşayan yerli nüfusun 500’ü bulduğundan kuşkuluydu.”

Gelin bir de olayları bizzat görmüş bir tanığın, İspanyol Piskopos Bartolome de Las Casas’ın söylediklerini dinleyelim.

“Küba adası bugün neredeyse bomboş. Mutlulukla dolup taşan, büyük ve güzel San Juan ve Jamaika adaları yakılıp yıkılmış durumda. Kuzeyde İspanyol ve Küba adalarına komşu olan Lucayes adalarını, Geants adaları ve diğer irili ufaklı 60’dan fazla ada oluşturuyor. En kötüsü bile Sevilla Kralı’nın bahçesinden daha güzel ve verimli. Burası dünyanın en verimli toprağı. 500.000’den fazla insanın yaşadığı bu yerlerde, bugün hiç kimse yok. İspanyollar bütün halkı İspanyol adasına (bugünkü Haiti adası) götürerek öldürdüler.”

Dominiken tarikatına bağlı Piskopos Las Casas, bir İspanyol asilzadesiydi. Yerlileri Hristiyanlaştırmak için resmi sıfatla binmişti kıtaya doğru yelken açan İspanyol filosuna. İlkönce Kolomb’un çıktığı Haiti adasına ayakbastı. Yeni kıtada görev yaptığı 40 yıl boyunca keşfedilen birçok yerde bulundu. 40 yılın sonunda şöyle yazıyordu yaşadıklarını.

40 yıl boyunca – kadın, erkek, çoluk çocuk – 12 milyondan fazla yerli, Hıristiyanların iğrenç eylemleri ve zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve doğrudur. 15 milyondan fazla kurban olduğunu düşünerek, aslında belki de iyimser bir tahminde bulunmuş oluyorum. Oraya giden ve Hıristiyan olduğunu söyleyen kişiler, bu zavallı insanları yurtlarından zorla çıkarmak ve yeryüzünden silip atmak için başlıca iki yöntem kullandılar. Biri, onlarla haksız, cani, kanlı ve zorba savaşlar yapmaktı. Diğeriyse özgürlüğü arzulayabilecek, içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmayı isteyebilecek herkesi öldürmek (yerli yöneticiler ve erkekler gibi; çünkü savaşlarda genellikle sadece kadınlar ve gençler hayatta bırakılıyordu) daha sonra da hiçbir insanın hatta hayvanın bile yapmayacağı en ağır, korkunç işlerde onları ezmekti. Diğer bütün yok etme şekilleri –ki çok çeşitliydiler- bu iki iğrenç zorba yönteme dayanır, onda özetlenir. Eğer Hıristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler, yok ettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak, kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti.”

Sırada dünyanın kalbi Ortadoğu var

 Sonuncusu 2014 yılında çıkmış Irak hakkında üç kitaba sahip Lübnan asıllı ABD’li gazeteci Dehr Cemal, 2003 işgalinden bu yana sık sık ziyaret ettiği Irak’ı 7 Ocak 2005’te şu sözlerle tasvir ediyordu.

“Irak’ın mahvı mı? Nereden başlayayım. Son 12 ayımın 7’sini Irak’ta geçirdim. Orada gördüklerimi nasıl tasvir edeceğimi hâlâ tam olarak bilemiyorum. Bush yönetimine göre bu yasadışı savaşın ve işgalin üç gerekçesi vardı. İlki, kitle imha silahları ki henüz bulabilmiş değiller. İkincisi, Saddam’ın El Kaide ile işbirliği yapması ki onu da Bay Bush bizzat itiraf etti ortada böyle bir kanıt yok. Üçüncüsü de işgalin adında – Irak’ı Özgürleştirme Harekâtı – beliren Irak halkını özgürlüğü kavuşturma iddiası. Gerçi, yalan yok. Irak artık özgür bir ülke. İnsan haklarından tamamen özgürleşti. Ebu Gureyb’de yapılan işkencelerin benzeri her gün, her yerde özgürce yaşanıyor. Ülkenin altyapısı da artık özgür. Elektrik şebekesi artık kafasına göre takılıyor, bir görünüp bir daha uzun zaman görünmemeyi beceriyor. Petrol istasyonlarındaki benzin de özgür. Burası bir petrol ülkesi ve bir bidon benzin için kilometlerce uzayan kuyruklara sahip. Bazen de koca bir şehir tadıyor Amerikan işi özgürlüğü. Felluce mesela. Taş üstünde taş kalmamış, Amerikan uçaklarıyla dümdüz edilmiş Felluce.”

Kadim medeniyet yağma edildi

 1926 yılında ünlü arkeolog casus Gertrude Bell tarafından açılışı yapılan Irak Ulusal Müzesi Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular, Persler, Sasaniler ve Araplardan kalma binlerce değerli eşyayı barındırıyordu. Müze müdürlerinden Donny George Yuhanna’nın da dediği gibi “İnsan kültürünü teknoloji, tarım, sanat, dil ve kitabet alanlarında en erken dönemlere dek izleme fırsatı veren yeryüzündeki tek müze” burasıydı. Daha doğrusu, 16 Nisan 2003 günü Amerikan askerleri müzeyi ele geçirene dek öyleydi. Amerikan işgaliyle birlikte müthiş bir yağma başlamıştı. Irak işgalini yerinde izleyen gazeteci Roger Atwood o günlerdeki izlenimlerini şöyle ifade ediyordu.

“Bombalamalar başlar başlamaz insanlar müzeleri yağmalamaya koştu. Yağma organize yapılıyordu. Bazı bölgelerde profesyonel olarak kaçak kazı gerçekleştiriliyordu. Sit alanlarına girilmiş buralarda arkeolojik eserler aranıyor, bulunanlar kaçırılıyordu. Özelleştirilmiş, kişiselleştirilmiş bir yağma vardı.”

Müzedeki talanın boyutları net olarak bilinemiyordu. Önceleri 170,000 objeden bahis geçerken 15,000 rakamı daha gerçekçi olarak kabul edilmeye başlandı. ABD Başkanının Kültürel Danışmanları Gary Vikan ve Richard S. Lanier yağmayı protesto amacıyla görevlerinden istifa ederken General Richard Myers “İnsanlar ölüyorken başka önceliklerinin olduğunu” söylüyor, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ise olayın talihsiz olduğunu ancak bunun kendilerinin hatası olarak görülmemesini ifade ediyordu. Sözde soruşturma heyetleri kuruldu, çalınan objeleri bulmak için İnterpol devreye sokularak araştırmalar yapıldı. Ancak 2009 yılında zamanın Irak Başbakanı Nuri el Maliki Irak Ulusal Müzesi’ni yeniden açtığında çalınan eserlerin yarısından çoğu yerinde değildi.

Ortak hafızayı sıfırlama harekâtı

Bağdat, Şam, Halep, Musul, Kerkük, Hama, Humus, Tedmür, Rakka, Deyrizor… 2003 yılından bu yana Bağdat’la başlayan ortak hafızayı sıfırlama harekâtı tam gaz devam ediyor. İlk evin kurulduğu, ilk toprağın sürüldüğü, medeniyetin başladığı topraklarda ne kadar simge eser varsa bir bir yok ediliyor. Musul’daki El Nuri Camii, Humus’daki Halid bin Velid Türbesi, Halep Kalesi, Tedmür Harabeleri… Coğrafyanın hafızası ya müzelerden çalınıyor, ya da tepelerine inen bombalarla, karşılıklı atılan kurşunlarla, top ateşleriyle ortadan kaldırılıyor. 1500 yıllık İslam topraklarında Hz. Peygamber’i, sahabesini ve nice ilim irfan ehlini gören yapılar İslam dini adına dinamitlerle patlatılıyor. Şehirlere tonlarca bomba atılarak sadece fiziki bir format atılmıyor. Binlerce yıldır yan yana yaşayan insanlar birbirlerine düşman edilerek sosyolojik bir format da buna eşlik ediyor. Şii, Sünni, Türk, Kürt, Arap… Mezhep ve etnik temelli ayrışmalar üzerinden ortak hafızamız bir Amerikan yapbozuna dönüştürülmek isteniyor.

Amaç aynı, kirli eller aynı

Roma’dan bu yana ‘öteki’ini yok etmek üzere kurgulanmış, eşi benzeri bulunmayan yıkıcı bir düşmanla karşı karşıyayız. Romalılar Etrürya’ya dair ne varsa unutturmak için şehirleri sabanlarla sürüp tarlaya çevirdikleri gibi, bununla yetinmemiş, ağır bir asimilasyon süreci uygulayarak bir Etrüsk evladından Roma’nın en büyük şairi Vergilius’u çıkarmışlardı. Roma’nın torunu İspanyollar, Amerika kıtasını Hindistan niyetine keşfettiklerinde milyonlarca yerliyi öldürmekle kalmamış, onların kültürlerini, medeniyetlerini de yerle bir etmiş, hafızalarını tamamen sıfırlamışlardı. Bugün o yerlilerin torunları Hristiyan. İspanyol isimleri taşıyorlar ve İspanyolca konuşuyorlar. Coğrafyamıza dair yapılan planların arkasındaki amaç da budur. Biz, bu kirli ellerin sahiplerini tanıyoruz.

Benzer konular