Suudi Arabistan’ın İslam Askeri Koalisyonu insiyatifini görmezden gelmek yanlış olur. Görev tanımı yapma ve gerçekleştirme noktasında Suudilere yardımcı olmak, ortak hedefler açısından son derece yararlı olacaktır. İslam Askeri Koalisyonu tarafından sunulan fırsatları değerlendirmekle görevli küçük bir görev timi oluşturmak Washington bürokratlarının işini kolaylaştıracaktır.
Brian Michael Jenkins / RAND uzmanı
26 Kasım 2017 günü, aynı zamanda ülkesinin savunma bakanı olan Suudi Arabistan Veliahtı Muhammed bin Selman, başkent Riyad’da Müslüman ülkelerin savunma bakanlarına hitap ediyordu:
“Yeryüzünden tamamen yok olup gidene dek terörizmin takipçisi olacağız. Şimdiye kadar birbirimizle işbirliği noktasında çok da iyi bir durumda olamadığımızı söylemeliyim. Ancak bugün bu iletişim kopukluğu sona eriyor. Çünkü artık bu koalisyon var.”
Gerçi ilk büyük toplantısını gerçekleştiriyordu fakat 2015 yılının Aralık ayından bu yana koalisyon mevcuttu zaten. İlk kurulduğunda 34 olan üye sayısı 41’e çıkmıştı. Katar’ın adı üye ülkeler listesinde göze çarpıyordu ancak herhangi bir yetkili ortalıkta görünmüyordu.
Meşruiyet ve koordinasyon
İki yıl öncesine, 16 Aralık 2015 tarihine dönelim. Mekân olarak yine Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’dayız. Mikrofonun önünde tanıdık bir sima, Muhammed bin Selman bulunuyor. O vakitler Savunma Bakanı yine kendisiydi. Ancak henüz veliaht ünvanı taşımıyordu. Ve şöyle diyordu:
“Bu koalisyon, önce İslam dünyasına zarar veren şimdi de uluslararası toplumu tümüyle etkileyen aşırıcılık hastalığıyla mücadele teyakkuzundan doğmuştur. İslam dünyasının pek çok kısmında terörle mücadele çabalarını desteklemek ve koordine etmek için Riyad’da bir operasyon merkezi kurulacaktır. Suriye ve Irak’taki operasyonlarla ilgili uluslararası koordinasyon sağlanacaktır. Operasyonları, bu iki ülkedeki meşru yönetim ve uluslararası toplumla koordine sağlanmadan gerçekleştiremeyiz.”
Bu konuşmada iki önemli ayrıntı dikkat çekiyordu. İlki, Suriye ve Irak’a ilişkin meşru yönetim ifadesi. İkincisi ise uluslararası toplumla koordine olmadan herhangi bir operasyon yapılmayacağı. İşin ilginç tarafı “meşru yönetim” olarak adlandırılan Irak ve Suriye koalisyon üyesi ülkeler değildi. Üstelik İran destekli rejimler tarafından yönetiliyorlardı. Operasyon konusuna gelince, uluslararası toplumun rızası alınmadan tek mermi bile atılmayacağı bizzat Muhammed bin Selman tarafından ifade edildiğine göre bu askeri koalisyonun kendi başına çözüm üretme yetkisi olmayacaktı.
Sina bombalaması ve zamanlama
İki koca yıl neredeyse “uyumuş” bir yapının Sina Yarımadası’nın kuzeyinde yer alan Bi’r el Abd kasabasındaki Ravza Camii’ne yapılan saldırı sonrası birdenbire harekete geçmesi, dahası bütün bu olayların zamanlaması hayli ilginçti. En başından alırsak, DEAŞ ile mücadele iddiasıyla kurulduğu bilinen ve onlarca ülkeden oluşan bir askeri yapının, bu mücadelede oynadığı rolün en azından dillendirilen iddia karşısında mahcup düşmeyecek bir oranda olması gerekmez miydi? Sahi, birkaç sortilik bombardımandan ve bu esnada bir medya ikonu olarak parlatılan Abu Dabi’li kadın pilot Meryem Mansuri figüründen başka ortada ne var? Bir de Abu Dabi Washington büyükelçisi Yusuf Uteybe’nin aynı günlerde CNN’e verdiği şu mülakat elbette.
“Ilımlı Araplar ve Ilımlı Müslümanlar olarak bir adım atıp DEAŞ’ın bize karşı bir tehdit olduğunu dile getirmemiz önemli. Bu, siz Batılılara karşı olmaktan çok bize karşı bir tehlike. Bu sadece ülkelerimizi tehdit eden bir olgu değil. Yaşam tarzımız için de bir tehdit aynı zamanda.”
Özellikle seçilmiş bir bölge
Sina Yarımadası için tek cümlede özet geçilmesi istense, “İsrail, Gazze, Mısır üçgenine sıkışmış bir alacakaranlık kuşağıdır” cümlesi belki de en uygun seçenek olurdu. Sina Yarımadası, öncelikle tüm sınır bölgeleri için söz konusu olan bir zaaf ile malul. Nedir o? Kaçakçılık. Hem de envai türden. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi en zorlu türleri dâhil buna. Kaçakçılığın sıkça görüldüğü bölgeler, karanlık fikirlerin ve bu fikirleri eyleme dökecek karanlık adamların en rahat barınacağı yerler. İllegal geçişlerin rahatlıkla yapılabilmesi, politik çekişmeler nedeniyle sınırı paylaşan ülkeler arasında tam bir koordinasyon imkânının bulunmayışı, yine aynı nedenden dolayı karşı tarafı manipüle amaçlı sızmalara fırsat tanıması Sina Yarımadası benzeri bölgelerin olmazsa olmazı.
Sina’nın alacakaranlık ikliminde 2014 yılında DEAŞ’a bağlandığını ilan ederek Sina Vilayeti adını alan Ensaru Beytilmakdis adlı, 2011’den bu yana hızlanarak artan sayıda, gün geçtikçe daha kanlı eylemlere imza atan bir örgüt var. Örgütün eylemlerini bir yapbozun parçaları şeklinde özenle bir araya getirdiğimizde ilginç rastlantılara denk gelmek mümkün. Papa’nın 28-29 Nisan 2017 tarihleri arasında yaptığı Mısır gezisi öncesi Tanta ve İskenderiye şehirlerindeki iki Kıpti kilisesinde bombalar patlıyor, onlarca insan can veriyor. Ancak Papa ne hikmetse ziyareti ertelemeyi bırakın, zırhlı araca binmeyi bile reddedip sıradan bir Fiat marka otomobille Kahire sokaklarında turluyor. Ezher’de yapılan etkinliğe “Es Selamu Aleyküm” diyerek başlayınca ziyaret iyice magazine dönüyor. DEAŞ bombaları, şehir turları filan derken o sırada ana akım medyada tek satır olsun bahis geçmeyen bir buluşma gerçekleşiyor. Katolik dünyanın lideri Papa, Ortodoks dünyanın lideri Patrik Bartolomeo ile gizlice buluşuyor ve kim bilir neler konuşuluyor.
Riyad toplantısı bir tesadüf mü?
Bu defa bombalar Sina Yarımadası’ndaki Ravza Camii’nde patlıyor ve hemen peşinden iki yıldır coğrafyada onca acı yaşanırken kılı kıpırdamadan öylece duran İslam Askeri Koalisyonu ilk kez bir araya gelerek “terörün kökünü kazıma” başlığıyla toplanıyor. Terörün kökünü kazımaktan bahis açanlar kimler? Müslüman Âlimler Birliği’ni terörist örgüt olarak yaftalayan, Yusuf el Kardavi gibi âlimleri terörist başı olarak niteleyen, Selman Avde gibi kitlelerin sevgilisi olmuş davetçileri zindanlara tıkanlar. Terörden kasıtlarının DEAŞ ve DEAŞ türevi Sina Vilayeti gibi örgütler olmadığı ortada. Öyle olsaydı bu zevatı, Irak ve Suriye topraklarında işlevi bitince imha düğmesine basılan DEAŞ için ciddi bir kıpırdanma içerisinde görmemiz gerekirdi.
O örgüt kimin için orada?
DEAŞ’ın, tam açılımıyla Irak-Şam İslam Devleti’nin kimler için orada olduğunu haritalar bize açık seçik gösteriyor. Suriye’nin kuzeyini boydan boya saran kuşak, Irak’ta Referandum öncesi oluşan sınırlar bunun en anlamlı göstergesi. Peki, Sina Vilayeti örgütü kimin için orada? Yine haritaya müracaat etmek lazım. Sina’nın hemen yanı başında Gazze var. Gazze meselesi İsrail lehine hemen hemen bitmek üzere. Süreçte bir aksama yaşanırsa Sina Vilayeti emre âmâde. Az ötede, karşı kıyıda ise Suudi Arabistan var. Daha doğrusu, Suudi Arabistan tarafından 500 milyar dolarlık bir proje olarak tanıtımı yapılan “geleceğin şehri” NEUM. Sina Vilayeti örgütü istim alırken küresel ölçekte böylesine muazzam bir projenin tam karşısına denk getirilmesi de tesadüftür herhalde. Gerçi asıl sıkıntı bu da değil. Sina Vilayeti örgütü Suudiler için bir dış tehditten ziyade süreç ilerledikçe kartopundan devasa bir çığa dönüşen iç tehdit hüviyeti alabilir. Niye mi? El Kaide ve DEAŞ’a fikir babalığı yapan iç bünyedeki devlet destekli ideoloji, Muhammed bin Selman’ın ılımlı İslam hamleleriyle devletten koparıldıkça marjinalleşecek, sisteme hasım hale gelerek yeraltına inecek ve Sina Vilayeti örgütüne tahmin bile edemeyeceği bir kaynak sağlamış olacak. Ilımlı İslam projesinin sosyal bünyede açtığı yaralar ülkeyi iç savaş girdabına doğru çekerken büyük paralar akıtılan NEUM Projesi’nin çökmesiyle ekonomik bir yıkım buna eşlik edebilir. BOP haritasını çizen Yarbay Ralph Peters ne diyordu, bir hatırlayalım.
“Doğal olmayan Suudi devleti Pakistan kadar büyük bir bölünmeye maruz kalacaktır. Hoşumuza gitsin gitmesin gerçek adalet, Suudi Arabistan’ın petrol sahillerini burada nüfus yoğunluğu bulunan Şii Araplara, güney doğudaki çeyreğini ise Yemen’e vermesidir. Riyad çevresinde kalan baba toprağına sıkışmış bir Suud hanedanı, İslam’a ve dünyaya çok daha az zarar verebilme potansiyeli taşıyacaktır.”