İş Bankası, İttihatçılar tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda kurulan karaborsa düzeninin ölüme mahkûm ettiği yüz binlerin kanıyla bugünkü büyüklüğüne ulaşmıştır. Bu itibarla, İş Bankası gerçekten kimindir diye sorulacak olursa verilmesi gereken cevap şudur: İş bankası açlıktan ölen bu milletin malıdır.
“Demek ki Enver Paşa Harbiye’deki suistimallerin, her köşede yüz binlerce nüfusun açlıktan ölmesinin, cephelerde bila-lüzum yüzbinlerce insanın feda olunmasının memlekete bir hizmet olduğuna kail bulunuyor ve ileride sırası gelince bu nevi hizmetlere devam hevesinde bulunuyor. Enver Paşa emin olabilir ki böyle bir sıra bir daha gelmeyecektir”
Vakit Gazetesi 5 Kasım 1918
33 yıl boyunca ülkeyi yöneten Padişah II. Abdülhamid’i iktidardan indiren ve 1913 Babıali Baskını ile ipleri iyice ellerine alan İttihatçılar, kendilerine bağlı bir burjuvazi sınıfı oluşturmadan hükümet edemeyeceklerinin farkındaydılar. Birinci Dünya Savaşı aradıkları bu fırsatı kendilerine temin etmiştir. Savaş yıllarında büyük iaşe sıkıntısı yaşayan başkente yapılan hububat sevkiyatının İttihatçı kadrolara büyük paralar kazandırdığı görülmektedir. İttihat Terakki Cemiyeti’nin buğday nakli için vagon tahsis ettiği partili tüccar kesim, olağanüstü savaş koşullarından hükümetin sağladığı imtiyazlarla yararlanarak deyim yerindeyse vurgunculuk yapmış, bu yolla sermaye birikimi hedeflenmiştir. Yani İttihatçıların eliyle partili burjuvazi yaratma projesi, savaşın getirdiği türlü buhranlarla baş etmeye çalışan ülkenin sırtına bir de savaş zenginleri kamburunu yüklemiştir.
Karaborsa meşrudur zihniyeti
İttihatçıların Maliye Nazırı Cavit Bey 1917 yılı bütçesini sunarken bu bapta şu sözleri söylemiş, yiyecek maddeleri üzerinde karaborsa oluşturmak suretiyle kendi milletini soyup soğana çevirmeyi mübah gördüklerini ortaya koymuştur.
“Memleketin serveti umumiyesinin tezyidine medar olmak üzere para kazananları en ziyade takdir edenlerdenim ve onların kazançlarını tezyit etmek için kendilerine müzaheret ve muavenetten geri durmam. Kendilerine yapılan müzaheret ve himaye – hatta bazılarının iddia ettikleri gibi gayrimeşru olduğunu farz etsek – netice olarak teşebbüsatı iktisadiyeye karşı beslenen rağbetin temin eyleyeceği menfaat benim nazarımda o kadar büyüktür ki, o gayri meşruiyeti bile izale edebilir.”
İttihatçı kadroların yiyecek maddelerine uyguladıkları karaborsa, piyasada fiyatların hızla artması sonucunu doğurdu. 1917’de dört katına çıkan fiyatlar, 1918’in sonuna gelindiğinde 25 misline çıktı. Tasvir-i Efkâr yazarı Ensârzâde 16 Subat 1919’da kaleme aldığı “İaşe Meselesi” başlıklı yazısında bakın, ne diyordu:
“Evvelce de birkaç defa söylediğimiz üzere, iktisad-ı milliyi inkişaf ettirmek namı altında tesis olunan usul-ü şekavet ile İttihat ve Terakki sergerderleri bu biçare milletin bilhassa fakir sınıfın nafakasına musallat oldular. İçlerinden 8-10 kişiyi zengin etmek pahasına halkı açlıktan öldürecek dereceye getirdiler. Bize ilan-ı harb etmiş olan düşmanlardan hiç biri hiç şüphe yok ki, iaşe münasebetiyle İtihadiyyûnun göz göre göre memlekete ettikleri fenalığı gerek silahla gerek başka vesait ile ika edemezlerdi.”
İstanbul’da ölen 100 bin kişi
İkdam gazetesinin 15 Eylül 1919’da “İhtikâr orağı kaç kişi biçmiş” başlıklı yazısında Birinci Dünya Savaşı esnasında İstanbul’da “ihtikâr” yani İttihatçıların yaptığı vurgun ve karaborsa uygulamasının yol açtığı ölümlerin sayısı Sıhhiye Müdüriyeti tarafından şu şekilde verilmektedir:
-1914 yılında 17.714,
-1915’te 17.980,
-1916’da 18.766,
-1917’de 24.733,
-1918 yılında ise 23.642 kişi.
Evet, İttihatçıların savaş boyunca İstanbul’da açlıktan, ilaçsızlıktan, daha bin türlü mahrumiyetten ölüme mahkûm ettiği insan sayısı 102 bin 835 kişidir. Sıhhiye Müdüriyeti rakamlarına göre gıdasızlık yüzünden ölen çocukların sayısı 6649’dur. İttihatçıların karaborsa uygulaması sadece gıda sektörünü değil, hayati önem taşıyan giyecek ve yakacak sektörlerini de vurmuş ve savaş boyunca İstanbul’da 2899 yaşlının donarak can verdiği rakamlara yansımıştır.
Daha kötüsü ise bu sefalet ve açlığın toplumsal bünyede açtığı inanılmaz yaralardır.
Refik Halit Karay döneme dair kaleme aldığı “Tanıdıklarım” adlı eserinin “Harp ve Kadın” başlıklı bölümünde savaş nedeniyle beliren sefaletin en çok kadınları mahvettiğini anlatır. Ona göre kocası cephede savaşan kadın, savaşın en büyük mağdurudur.
“Manevi eziyetlerle, yoksullukla, kifayetsiz gıda ve himayesiz hayatla iki şekilde zaafa düşen kadın benliği ve kadın vücudu kolaycacık çiğnenmeğe müsait bir hale gelmiştir. Cephe gerisi ahlâksızlığı onu temiz hülyalarından yavaş yavaş uzaklaştırır; zorla soyar ve istemeyerek kaldırımlar üstüne atar. Savaşta erkek cephelerde kırılır, kadın caddede… Biri ölse de temiz kalır, şehamet sahasında yer almıştır; öteki yaşasa da kirli kalır, sokak malıdır.”
Hüseyin Rahmi’nin kocaları savaşa giden Semi Efendi’nin kızı ile gelininin dramını anlattığı “Namusla Açlık Meselesi” hikâyesi benzeri birçok eser bu toplumsal çöküntüyü anlatmaktadır.
Ömer Seyfettin’in isyanı
Oysa o sıralar aynı şehirde bir başkaları bambaşka bir hayatın nimetleri içinde yüzmektedir. 17 Ekim 1918’de Orhan Mithat imzasıyla Donanma mecmuasında yayımlanan “Harp zengini ile mülakat”tan şu satırlara bakın:
“Şişli’de harpten evvel dört bakkal dükkânı vardı. Şimdi küçük büyük tam kırk dört dükkân var. Hepsi de fabrika gibi işliyor. Tatlıcı dükkânları adam almıyor, memleket hiçbir zaman bu kadar bolluk, refah yüzü görmedi. Sokaklarda otomobilden arabadan geçilmiyor, Adalar’a akın eden halkı görmüyor musunuz? Kahkahalar Maltepe sahilinden işitiliyor. Her akşam Büyükada’ya on altı istimbot hareket ediyor. Adalar ada olalı böyle gün görmedi.”
Beyoğlu, Şişli ve Büyükada kahkahadan, şehrin diğer semtleri ise sefalet ve açlıktan kırılmaktadır. Üstelik buna bir de milli sermaye yaratma hamlesi denilmektedir. Oysa kendisi de İttihatçı kadrodan çıkma fakat namuslu bir vatansever olarak çok genç yaşta aynı sefalete kurban giden Ömer Seyfettin duruma isyan etmektedir. 20 Mart 1919’da Büyük Mecmua’da yayınlanan “Niçin Zengin Olmamış?” adlı hikâyesi bu isyanın en belirgin örneğidir.
“Un işi yapıyoruz. Zaten bundan kârlı bir şey yok. Biraz zahireye de karışıyoruz. Şeker filan kapatıyoruz. Dört ay evvel yazdıklarımı okurken gülümsedim. Vay anasını! O sefaletlere nasıl dayanmışım! Günde yarım liraya kapalı bir dershanede beş saat kafa patlatmak! Sonra bu derece sarih bir eşekliği fazilet zannetmek! Ben, çok şükür bu pir aşkına sürünmek faziletini kaybettim. Vakıa şimdi bulunduğum muhit biraz adi. Fakat katiyen ukala değil… Herkesin emeli, felsefesi, arzusu bir: Para kazanmak! Açıkgözlülük en büyük kuvvet… Ah şu muharebenin başında niçin elimden bir tutan olmadı? Biz hâlâ bugünün fakirleri sayılırız. Şimdi öyle adamlar var ki, son iki sene içinde on milyon lira kazanmışlar. Topal ile küçük bir ortaklık kâfi! Balkan trenleri, Anadolu hattı bir ay insan için çalışsa…”
Bu hikâyede bahsi geçen Topal kimdir? İttihatçıların Harbiye Nezareti Levazım Dairesi Başkanı Topal İsmail Hakkı Paşa… Birinci Dünya Savaşı’nda Türk askeri Nazım Hikmet’in deyimiyle “beygir fışkısından arpa ayıklarken” askeri beslemek ve donatmaktan sorumlu bu adam, askere gidecek malzemeden vurgun vurup servetine servet katmakla meşguldür.
Milli burjuvazi efsanesi ve Emanuel Karasu
II. Abdülhamit’i tahttan indirmek için Hürriyet ordusu ile İstanbul’a yürürken yanlarına Müslüman Türk kanı içmekle meşhur Bulgar komitacı Sandanski’yi almayı unutmayanlar kimlerdi acaba? İttihad-ı anasır ile yola çıkıp tabiri caizse “herkesle papaz” olduktan sonra dümeni mecburen milliyetçi bir çizgiye kırmak zorunda kalan İttihatçıların milli sermayeden, milli burjuvazi oluşturmaktan ne anladığına bir bakalım.
İaşe yolsuzluğuna ilişkin Harbiye Nezareti Levazım Dairesi Başkanı Topal İsmail Hakkı’yı az önce zikrettik. Şimdi dönemin İstanbul İaşe Müfettişi Emanuel Karasu’yu yakından tanıyalım.
1863 yılında Osmanlı toprağı Selanik’te doğmuş, 1934’te Cumhuriyet İstanbul’unda ölmüş bir adam olarak Karasu’nun 71 yıllık ömründe sadece 13 yıl Osmanlı/Türk vatandaşı olarak kalması hayli ilginçtir. Üstelik bu sürenin 10 yılı Osmanlı Meclisi’nde milletvekili olarak geçmiştir. Nitekim Karasu, 1908 yılında milletvekili olmak yani menfaat için girdiği Osmanlı vatandaşlığından 1921 yılında yine menfaati gereği çıkmak durumunda kalmıştır.
İstanbul İaşe Müfettişi olarak görev yaptığı Birinci Dünya Savaşı yıllarında vurgunu vuran Karasu, mütareke yıllarında gemi sahibi bir işadamı olmuştur. Osmanlı vatandaşı olarak işgal kuvvetlerinin Arimetea ve Bitynia adlı gemilerine savaş ganimeti olarak el koymasından çekinmektedir. Bu yüzden gemilerini G. Rossi ismindeki İtalyan Denizcilik Şirketi’ne satmaya çalışmaktadır. Fakat satış işlemi için gemilerin hangi ülkeye ait olduğunu bildiren sertifikanın teslimi gerekmektedir. Ancak Karasu Efendi, devlete ödemesi gereken komisyonu ödemediği için Osmanlı Devleti tarafından kendisine sertifika verilmemiştir. Peki, İttihatçılar tarafından meclise sokulan ve önemli idari görevler verilen Karasu ne yapmıştır? 15.246 Osmanlı Lirası tutarındaki komisyon bedelini ödememek için İtalyan vatandaşlığına geçmiştir.
Aynı zamanda Makedonya Risorta Mason Locası’nın başkanlığı yapan Emanuel Karasu kendisi gibi Selanik’te avukatlık yapan akrabası Maitre Salem’in deyimiyle “1908 İhtilali yapılmasaydı Selânik’te düzenbaz bir dava vekili olarak hayatını idame ettirecek olan”, servetini İttihatçılara borçlu karanlık bir adamdır. İttihatçıların yerli sermaye ve milli burjuvazi efsanesinden her bahis geçtiğinde ismi anılası bir karakter olarak tarihteki yerini çoktan almıştır.
Osmanlı İtibar-ı Milli Bankasına doğru
1 Kasım 1914’te Almanya’nın yanında resmen savaşa katılan İttihatçılar, bunun öncesinde borç almak için Almanya’nın kapısını çalmıştı. Savaşa girme mukabili Alman hükümetinden yüzde 6 faizle 5 milyon altın borç alındı. İttihatçı zekâsı, hemen bu 5 milyonu alıp Osmanlı Bankası’na başvurmayı öngördü. Almanlardan alınan 5 milyon altın karşılığı 15 milyon değerinde banknot talep edildi. Osmanlı Bankası’nın Paris’teki yönetim kurulu bunu onaylasaydı 5 milyon altına büyük ihtimalle savaşta düşman safta yer alan İngiltere ve Fransa tarafından el konmuş olacaktı. Nitekim Osmanlı devletinin savaşa girmesiyle İngiliz ve Fransız hükümetleri bankanın kendi ülkelerindeki faaliyetlerine el koymuştu.
Almanya borç vermişti ama emisyon yani para basma hakkı 1925 yılına kadar İngiliz-Fransız ortaklığındaki Osmanlı bankasının elindeydi. Üstelik banka, hükümetin savaş finansmanı için talep ettiği para basma işine de yanaşmıyordu. Almanya, İttihatçılara Osmanlı bankasına el koymayı önerdi. Ama İttihatçılarda bu yürek yoktu. Ancak banka müdürlerini değiştirmekle yetindiler. İhtiyaç duyulan para basma işi de Duyunu Umumiye İdaresi’ne havale edildi.
Para basma hakkına sahip, devlet bankası hükmündeki Osmanlı bankası düşmanın malıydı. Mademki düşmanın malıydı, o vakit el konulmalıydı. Fakat bu da yapılmayınca başka bir banka kurulması zarureti ortaya çıktı. Almanların ortak banka için yaptığı tekliflerin tümü İttihatçılar tarafından, bilhassa Maliye Nazırı Cavit Bey tarafından geri çevrildi. İttihatçılar Almanlardan borç almayı biliyordu, nitekim 5 milyon altın ile başlayan borç macerası daha bir yıl dolmadan 1915 Nisan ayında 175 milyon altın marka ulaşmıştı. Buna silah ve teçhizat için yapılan 150 milyon markı da ekleyince durumun vahameti ortaya çıkıyordu. Üstelik bu borçlanma savaşın sonuna dek sürüp gidecekti. Fakat borç almayı bilen İttihatçılar, nedense bu paranın harcanma şekli noktasında kimseye hesap vermiyorlardı. Vermek de istemiyorlardı. Almanların bütün tekliflerini yokuşa süren İttihatçılar kendi denetimlerinde bir banka kurma kararı aldılar. Osmanlı bankasını millileştirme konusunda kılını kıpırdatmayanlar bu bankaya milli damgasını vurmakta gecikmeyeceklerdi.
Bankaya gelen tepkiler
1 Ocak 1917’de nizamnamesi onaylanarak yarısı ödenmiş 4 milyon Osmanlı lirası sermaye ile kurulmasına izin verilen Osmanlı İtibar-ı Milli Bankası’na tepkiler gelmekte gecikmedi. Medyada Banque Nationale de Crédit adıyla gündeme gelen bankanın Osmanlı Bankası’nın emisyon imtiyazını gasp ettiği şeklinde bir intiba oluşunca Avrupa’da ortalık fena karıştı. Avrupa bankanın adındaki milli kelimesinden emisyon hakkının Osmanlı bankasından alındığı yargısına varmıştı. Oysa yeni bankanın “milli oluşu” sadece söylemdi; eylem yani para basma işi yine Osmanlı bankasındaydı. Durum anlaşılınca Avrupa piyasaları rahatlamış oldu.
Bankaya diğer tepki ise içerden geldi. 19 Şubat 1917 tarihli Ayan Meclisi oturumunda bankaya verilecek imtiyazlar meselesi görüşülürken Ahmet Rıza Bey, memleketin içinde bulunduğu durumun göz önüne alınması gerektiğini şu sözlerle ifade edecekti.
‘‘Halkın ekseriyetle ekmek parası bulamadığı böyle sıkıntılı bir zamanda banka kurmaya kalkışmayı ahlaki açıdan çirkin görmekteyim. Zorla kurulan bir bankaya ciddi ve sağlam bir mali müessese olarak bakılamayacaktır. Milli borçların ödenmesine ayrılmış devlet gelirlerinden (vergilerden) ve belediyenin hakkı olan gelir kalemlerinden bankayı muaf tutmak doğru değildir.’’
İş Bankası kuruluyor
Derken koca imparatorluk elden çıktı. Kurtuluş Savaşı verildi ve neticede Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Milli banka meselesi gündemden yine düşmedi. 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde yapılan önerilerden biri de büyük sermayeli milli bir bankanın kurulmasıydı. Öneride halkın parası yetişmediği takdirde devletin kurulacak bankanın sermayesine katılabileceği ifade ediliyordu.
Cumhuriyet döneminin ilk milli bankası olan İş Bankası, 26 Ağustos 1924 tarihinde kuruldu. İş Bankası ilk genel müdürü Celal Bayar’ın liderliğinde iki şube ve 37 personel ile hizmete başladı. Nominal sermayesi 1 milyon TL’ydi. Ödenmiş sermayesi ise bunun sadece dörtte biriydi, 250 bin liraydı. Bu para bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından karşılanmıştı. Ancak paranın kaynağı Hint Müslümanlarıydı.
Kendileri de İngiliz işgali altında olmalarına rağmen Hint Müslümanları için Türkiye kutsaldı, Türkiye’nin işgali hilafetin elden gitmesi demekti. İşte buna tahammül edilemezdi. Emir Ali başkanlığında Hint Hilafet Komitesi büyük bir kampanya başlatıp Kurtuluş Savaşı’na girişen Anadolu’ya yardım elini uzatmıştı. Gönderilen para miktarı 1.5 milyon İngiliz Sterliniydi ve 1 İngiliz Sterlini 9 Osmanlı Lirasıydı. Yani gönderilen paranın bizdeki karşılığı 13 buçuk milyon Osmanlı lirası ediyordu. Ankara’ya ulaştırılan bu para, Maliye Bakanlığı tarafından Hazine’ye değil doğrudan Mustafa Kemal Paşa’nın emrine tahsis edilerek Osmanlı Bankası’na yatırılmıştı. Paranın bir kısmı Kurtuluş Savaşı’nı finanse etmekte kullanıldı. Kalan kısmı ise Mustafa Kemal Paşa’nın tasarrufunda bırakılmıştı.
İtibar-ı Milli’den İş Bankası’na
Ülkenin en büyük kentinde üslenen ve Cumhurbaşkanı tarafından bizzat kurulmuş bankadan dört kat daha büyüğünü elde bulunduran bir teşkilatın mevcut idare için doğal bir rakip görüntüsü verdiği inkâr edilemez. Hele mevcut idareyi elde tutan insan kadrosunun neredeyse tamamının bizzat bu teşkilat eliyle yetiştirilip yola konduğu dikkate alınırsa… İzmir Suikastı olayı ve sonrasında yaşanan gelişmeleri bu gözle değerlendirmek gerekiyor. Cumhuriyet idaresine geçişle birlikte adındaki “Osmanlı” ibaresini kaldırıp sadece “İtibar-ı Milli Bankası” olarak anılacak finans kurumunun geleceğini de şüphesiz bu olaylar zinciri belirlemişti. İzmir Suikastı davasıyla bankanın kurucusu ve başkanı İttihatçıların meşhur Maliye Nazırı Cavit Bey’in 26 Ağustos 1926 tarihindeki idamı, bankanın akıbetini haber vermekteydi.
Nitekim Türkiye İş Bankası ile İtibar-ı Milli Bankası arasında İstanbul Birinci Adli Kâtipliği nezdinde 29 Haziran 1927 günü karşılıklı imzalar atıldı. Yapılan sözleşmeye göre İtibar-ı Milli Bankası’nın bütün menkul ve gayrimenkulleri, sahip olduğu tüm haklar ve imtiyazlar, borçlar-alacaklar ve taahhütler geriye dönüşü olmaksızın Türkiye İş Bankası’na devredilmiş oluyordu.
İtibar-ı Milli’yi bünyesine katınca sermaye açısından birkaç misli büyüyen İş Bankası’nın temelinde hilafet parası vardır denir, bu doğrudur. Cumhurbaşkanı Atatürk’ten CHP’ye miras yoluyla intikal ettiği söylenen yüzde 28,09’luk hisse, her şeyden önce Kurtuluş Savaşı için gönderildiği cihetle zaten kamuya ait olmalıdır. CHP bir zamanlar tek başına kamuyu ifade ediyor olabilir. Ancak devir değişmiştir. CHP bugün sadece bir siyasi partidir.
Fakat asıl mesele bu da değildir. Gözden kaçırılmaması gereken gerçek, İş Bankası’nın İttihatçıların tasfiyesiyle büyümüş olduğudur. İş Bankası, İttihatçılar tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda kurulan karaborsa düzeninin ölüme mahkûm ettiği yüz binlerin kanıyla bugünkü büyüklüğüne ulaşmıştır. Bu itibarla, İş Bankası gerçekten kimindir diye sorulacak olursa verilmesi gereken cevap şudur: İş bankası açlıktan ölen bu milletin malıdır.