İçimizdeki ajanlar

25 Ağustos Cuma günü Arap medyasındaki internet siteleri hayli ilgi çeken bir haberi tedavüle sürdüler. İlginçti, zira hepsinde tek kare aynı fotoğraf vardı. Kirli bir zeminin üzerine çökmüş vaziyette, elleri arkadan bağlı, askılı beyaz atletiyle yüzü gözü pasaktan seçilmeyen, darp edildiği izlenimi veren bir adam gözünü objektife sabitleyerek poz vermişti. İlginçti, zira haberin veriliş şekli kelimesi kelimesine aynıydı. Kaynak olarak “Libya makamları” gibi oldukça muğlak bir ifade kullanılıyor, aynı hikâye birkaç cümle ile tekrar edilip duruluyordu. Haberi veren hiçbir yayın organı Libya makamlarını arayıp haberin doğruluğu hakkında teyit alma ihtiyacı hissetmemişti. Libya makamlarından da habere dair yapılmış herhangi bir açıklama söz konusu değildi. Haber vurucuydu ya,  yeterli gelmişti herhalde.

Libya’da bir DEAŞ imamı

Haberin içeriği neydi? DEAŞ mensubu olup örgütle birlikte Libya’nın Bingazi kentine intikal eden ve kısa süre içerisinde 200 kişilik bir militan grubuna liderlik yapacak konuma yükselen bir cami imamından bahis geçiyordu. Libya makamları DEAŞ imamını yakalamayı başarmış, yapılan tahkikat neticesinde İsrail vatandaşı olduğunu belgeleyen dokümanlara ulaşmıştı. Çevresinde Ebu Hafs olarak bilinen imam, iddialara göre Benjamin Efraim adında bir MOSSAD ajanıydı. Esmer teni, uzun sakalı, şaşırtıcı mükemmellikteki Arapçasıyla, İsrail adına Arap ülkelerinde cirit oynatan birisi olarak tanımlanıyordu.

Habere dair şüpheleri dile getiren ilk yayın organı Russia Today Arapça servisi oldu. Benzer haberlerin daha önce de yapıldığını, ilk kez 2017 yılının Mayıs ayında tesadüf edilen benzer bir haberin daha sonra Temmuz ayında yeniden tedavüle sokulduğunu iddia ediyordu. Russia Today’e göre aynı haber Ağustos ayında üçüncü kez kamuoyuna servis ediliyordu. Ruslar haklı olabilirdi. Mayıs ayında Lübnan Resmi Haber Ajansı NNA, güvenlik güçleri tarafından yakalanan bir MOSSAD ajanını haber vermişti. Ancak haberin sonrası Ruslarla tamamen ayrışıyordu. Lübnan’da yakalanan kişi İsrail pasaportu taşımıyordu, Irak vatandaşıydı.

Gerçeği karartma operasyonu

Libya’daki DEAŞ imamı hikâyesi haber dili açısından sorunluydu fakat doğru olabilirdi. Uydurma çıkma ihtimali de mevcuttu. Belki de birileri herkesin inandığı bir olguyu böyle haberler çıkartma suretiyle karartma cihetini seçmişti. 2015 yılında DEAŞ üzerine kitap yazan Filistinli gazeteci Abdülbari Atvan, Ortadoğu coğrafyasında yaygın bir kanaatten bahis geçmişti. Kamuoyundaki yaygın inanca göre DEAŞ bir istihbarat işiydi. CIA ve MOSSAD vardı arkasında. Bu tür haberlerin kuşku uyandıracak şekilde servis edilmesi, kamuoyunu önce inandığı konuda rahatlatmak sonra kuşkuya düşürüp zihin bulandırmak olabilirdi. Belki bir gerçeği karartma operasyonu ile karşı karşıya kalmıştık. Ancak böyle bir hesabın gözden kaçırdığı önemli bir olgu vardı ortada. İçimizdeki casuslar meselesi bu tür operasyonlarla karartılacak türden değildi. Konunun İslam coğrafyasında uzun bir geçmişi vardı. Ve de Benjamin Efraim’den çok daha bilinir, çok daha profesyonel örnekleri.

Şeyh İbrahim’in Doğu serüveni

1809 yılıydı. Doğu ülkelerine özgü giyimiyle sakallı bir adam, Malta’dan Suriye’ye giden bir gemiye binmişti. Adının Şeyh İbrahim olduğunu, İngiltere’nin Doğu Hindistan Kumpanyasında tüccar olarak hizmet gördüğünü söylüyordu. Suriye’ de üç buçuk sene kalan İbrahim garip bir tüccardı. Kimi zaman Halep’te, kimin zaman Şam’da oturuyor, alışverişle iştigal edeceği yerde bütün vaktini yöresel dilleri incelemekle geçiriyor; tarih, coğrafya ve de bilhassa Kur’an ile meşgul oluyordu. Bu çalışmalara sadece çıkılan geziler ara verdiriyordu. Güneyde kutsal olarak bilinen topraklara, doğuda Fırat boylarına dek gitmişti. Antakya’da Asi ırmağı vadisinde dolaşmış, Hazreti Musa’nın kardeşi Harun’un öldüğü kutsal Tur dağına çıkmıştı. Daha uzağa, Habeşistan’a yaptığı gezi, casus sayılarak tutuklanmasına neden oldu. Sınır dışı edilince soluğu Mısır’da aldı. Ama bir kere mimlenmişti. Bir paşa, onu iki Arap bilginin karşısına oturtup sınava çekti. İslam dininin esaslarını bilip bilmediğini kanıtlaması gerekiyordu.

Şeyh İbrahim’den Hacı İbrahim’e

Sınavı öylesine parlak şekilde başardı ki “yasak şehir” Mekke’ye giriş izni bağışlandı. Orada dört ay ikamet etti ve seksen bin hacı adayıyla birlikte Arafat dağında şeytan taşlayıp hacı oldu. Şeyh İbrahim, o günden sonra adının başına “hacı” unvanını koyma hakkını kazandı. Henüz 33 yaşındaydı. Yeni bir gezi hazırlığında iken aniden rahatsızlandı ve Kahire’de can verdi. Hem hacı, hem de şeyh olmanın gerektirdiği saygıların hepsi kendisine gösterilecek ve Müslüman mezarlığına defnedilecekti. 1817’de ölen El Hac Şeyh İbrahim, 1784 yılında diplomatlar ve tarihçiler yetiştirmiş eski bir soylu ailenin üyesi olarak, Johann Ludwig Burckhardt adıyla İsviçre’nin Basel kentinde dünyaya gelmişti. İngiltere hesabına çalıştığı için Ortadoğu coğrafyasından çaldığı 350 cilt el yazması eser ile tuttuğu günlük Cambridge Üniversitesi’ne miras kaldı. Günlük, coğrafya, eski diller filolojisi ve arkeolojik çalışmaları içeren eşsiz bir kaynaktı. Burckhardt, Batı coğrafyasında Müslüman Doğu’yu “içerden” ve bu denli ayrıntılı bir şekilde anlatan öncü isim olarak hatırlanacak, Oryantalizmin kurucularından biri olarak selamlanacaktı.

Açe ikliminde Abdülgaffar Efendi

1884 yılında 27 yaşında bir genç olarak Cidde’ye vardığında elindeki fotoğraf makinesinin cazibesini ustaca kullanarak Hicaz Valisi Osman Nuri Paşa ile yakınlık kurmayı başarmıştı. Asıl hedefi Mekke’ydi. Mekke’ye gidecek, orada hacı olacak, kentin nesi var nesi yok fotoğraf makinesiyle kayıt altına alacaktı. Nihayet Osman Nuri Paşa’dan istediği izni koparmıştı. Ancak bu hiç de kolay olmamıştı. Müslüman âlimlerden oluşan bir kurul önünde İslami bilgileri sınanmış, onların önünde kelime-i şehadet getirmesi icap etmişti. O artık Abdülgaffar Efendi idi. Tarihi değere sahip bir eserin çalınması olayına adı karışınca hacı olma rüyası suya düşmüştü ancak azimle çalışmış, Mekke’yi karış karış fotoğraflama işini becermişti. Ancak dikkat çekici bir ayrıntı vardı çalışmasında. Endonezyalı hacılar üzerine bir yoğunlaşma görülüyordu. Mekke’den kovulunca ülkesine dönüp akademisyen olarak çalışmaya başladı. 1889 yılında Endonezya ve İslam dini hakkındaki derin malumatı nedeniyle hükümet tarafından oradaki sömürge yönetimine danışmanlık hizmeti vermesi için gönderildi. Endonezya’nın çeşitli yörelerini gezerek ülkedeki İslam uygulamaları hakkında araştırmalarda bulundu. 1891 yılında Açe’ye geçti. Hükümet, buradaki Müslümanları itaat altına almayı sağlayacak bir plan bekliyordu kendisinden. Yirmi yıla yakın süredir sömürgeci güçlere direnen Açe toplumuna karşı çaresiz kalmışlardı.

Açeli kadınlarla evlendi ve çocukları oldu

Abdülgaffar Efendi’nin marifetleri kısa sürede görülmeye başlandı. Önce kendisini bir Müslüman olarak, onlardan biri olarak göstermeyi başardı. Ne de olsa Mekke görmüş Abdülgaffar Efendi’ydi kendisi. Bir Açeli gibi giyindi, bir Açeli gibi yedi içti. Müslüman Açeli kadınlarla evlendi ve onlardan çocukları oldu. Açe’nin sosyal yapısını iyice tanıdıktan ve güvenlerini tamamen kazandıktan sonra yıkıcı faaliyetlerine girişmeye başladı. Açeli soylu kesimle din adamlarının birlikteliğine darbe vurabilirse sömürgecilere karşı direnişi kırabileceğini keşfetti ve hemen işe koyuldu. “İşgalci Beyaz Adam”a direnen Açe toplumu onun marifetiyle kısa zaman içerisinde bütünlüğünü kaybetti, birbirine diş bileyen kesimlere bölünmeye başladı. Yirmi küsür yıldır Açe’ye baş eğdiremeyen işgal kuvvetleri nihayet galip gelmişti. Hükümet onun bu başarısını ödüllendirmede gecikmedi. 1898 yılında Yerel İdare ve Arap İşleri Danışmanı ünvanını aldı ve ölünceye dek bu görevini sürdürdü.

O bir Müslüman değildi

Gerçek anlamda bir Müslüman olup olmadığı hep tartışıldı. Gazeteci ve yazar F. Schröder, Mart 1984 tarihli Nieuwe Rotterdamse Courant adlı gazetede çıkan bir yazısında onun 1885’ten sonra İslâm’ı benimsediğini, ancak bunu gizlediğini dile getirdi. Bu iddia akademik çevreler tarafından şiddetle reddedildi. Alman oryantalist Nöldeke’ye gönderdiği mektupları yayımlayan Leiden Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi öğretim üyesi Van Koningsveld onun hiçbir zaman Müslüman olmadığını, rol icabı Müslümanlara karşı kendilerinden biriymiş gibi davrandığını ifade etti. Evet, doğrusu buydu. Gerçek adı da zaten Abdülgaffar Efendi değil Christian Snouck Hurgronje idi. Hollandalı bir Protestan papazının oğluydu.
 

Benzer konular