İnsan hakları evrensel bildirgesinin ne kadar evrensel olduğu yeni bir soru değil. Akademisyenler, yeni bir insan hakları metninin hazırlanmasını, var olan değerleri kültürel değer süzgecinden geçirmemizi, yeni bir anlamlandırma ile kendi söylemlerimizi ortaya koymamızı öneriyor. Batılı birtakım siyasi düşünürler ve devlet yetkilileri insan haklarını hayata geçirmek için önce dinin kamusal alandan dışlanması gerektiğini, dinin kamusal alanda güçlü olduğu toplumlarda insan haklarının hayata geçirilemeyeceğini savunuyor. Akademisyenler ise buradaki sıkıntının kendi özgün tarih deneyimlerini evrensel olarak kabul etmelerinden kaynaklandığını belirtiyor.
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin kabulünün 70. yıl dönümü dolayısıyla düzenlediği sempozyumda İnsan Haklarını yeniden düşünmek temasıyla, birçok ülkeden akademisyen, aktivist ve araştırmacı ile insan haklarını enine boyuna tartıştı. TİHEK Başkanı Süleyman Arslan, evrensel ve bölgesel düzeylerde oluşturulan norm ve mekanizmalar ile insan haklarının korunması ve geliştirilmesine çalışıldığını, norm ve mekanizmaların kusursuz, iyi işleyen mekanizmalar olmadığını söylüyor. Arslan, siyasi, sosyal veya ekonomik nedenlerle getirilen bu norm ve mekanizmaların bazı noktalarda tıkandığını ve ikircikli bir tavır takındığını, bu yapıların toplumsal meşruiyetlerinin sorgulanmasının önünü açtığını da belirtiyor. “İnsan hakları başta BM’deki veto yetkili Güvenlik Konseyi üyeleri olmak üzere birçok devlet tarafından emperyal amaçlarla kullanılmıştır” diyen Arslan, insan haklarının toplumların inanç ve yaşam tarzlarını değiştirmek için kullanılan ideolojik bir araca dönüştürüldüğüne de dikkat çekiyor.
Prof. Dr. Berdal Aral – İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
BATI, DENEYİMLERİNİ EVRENSEL DİYE SUNUYOR
Kamusal alanın dinden ayrı düşünülemeyeceğini söyleyen Prof. Dr. Berdal Aral, insan haklarının belirli ülkelerin kısmi deneyimleri olduğunu bunun da evrensel olarak sunulmasının sorunlu olduğunu ifade ediyor. “İnsan hakları aslında tamamen laiklik anlayışına dayanıyor. ‘Laikliğin olmadığı bir toplumda insan hakları mümkün değil’ deniliyor. İnsan hakları doktrini dini etkilerden de mümkün olduğunca kendisini arındırmaya çalışıyor. Kurucularının birçoğu dindar olan insan hakları doktrini, zaman içerisinde devletin merkezi bir konum sağlaması ve dinin kamusal alandan dışlanmasıyla bugünkü evrenselliğine ulaştı. Batılı birtakım siyasi düşünürler ve devlet yetkilileri demişler ki, ‘İnsan haklarını hayata geçirmek için önce dinin kamusal alandan dışlanması, devlet politikalarının dine hiçbir etkisinin olmaması gerekir. Din, kişinin özel alanına mahsustur. Dinin kamusal alanda güçlü olduğu toplumlarda insan hakları hayata geçirilemez.’
Sıkıntı, kendi özgün tarih deneyimlerini evrensel olarak kabul etmeleri. Aslında bu, Avrupa ve Amerika’ya özgü kısmi bir deneyim. Ben bunu kabul etmiyorum, dünyanın birçoğu da kabul etmiyor. İnsan haklarını hayata geçirmek istiyorsanız dindarlığınızdan vazgeçmeniz gerekiyor yaklaşımı çok problemli. Dinin bir şekilde kamusal düzeyde etkili olması gerekiyor. İnsan haklarının evrenselleşmesinin önündeki en büyük engel bence liberal doktrinin kendisini evrenselci olarak ilan etmesi. Hâlbuki bu dogmatik bir yaklaşım tarzı. Liberalizm, müzakereyi, karşılıklı konuşmayı, özgürlüğü, fikir alışverişini öne çıkarıp, dogmalara karşı olduğunu söylüyorsa, kendisi neden dogma ile gelmiş? Burada laik bir köktencilik durumu ortaya çıkıyor. İşte buna karşı çıkmak gerek.”
BATI DİNDARLIĞI AŞINDI
Müslümanlar olarak insan haklarının laik vurgusunu ayırarak özgürlükçü bir anlayış ile anlamamız ve sistem içerisine yerleştirmemiz gerektiğini vurguluyor Aral. “Batıda dindarlık aşınmış durumda. İnsanlar bireysel yaşıyor, aile toplumun temel kurumu olmaktan çıkıyor. Toplum, giderek çözülen bir yapı haline geldi. Bu da çok büyük psikolojik, sosyal, ekonomik krizlere yol açıyor ve sürdürülebilir bir durum ortaya çıkmıyor. İnsan haklarının fikir olarak değerli olduğu fikriyatını sürdürebilecek medeniyet sahaları öne çıkıyor. İslam dünyasının burada öncü bir rolü var. İnsan hakları çok değerli bir şey ve Müslümanların insan haklarına zaten saygı duyması gerekiyor. Çünkü Allah’ın yarattığı kula saygı ve sevgi duymak, hukukunu gözetmek, saygı duymak Müslümanın ibadeti, görevi. Yapmamız gereken, insan haklarının bu laik dokusunu ayrıştırıp, ahlaki ve dini değerlerimizde hiçbir dogmatizme sapmadan özgürlükçü bir anlayışı merkeze almak ve bunları insan hakları sistemi içerisine nasıl yerleştiririz diye düşünmek.
Din özgürlüğü, açların doyurulması, ayrımcılık, ırkçılık vs. bu haklar külttür. Tüm medeniyetler, tüm dinler bunların ihlal edilmesine karşı çıkar. İfade özgürlüğü içinde dine hakaret özgürlüğü var mıdır mesela? Ya da Müslümanlar homoseksüellerin haklarını savunmak zorunda mıdır? Bu tür alanlar problemli.”
İNSAN HAKLARINI ANLAMLANDIRMALIYIZ
Kamusal alanı tamamen dindarlıktan temizlemek gerekir mi sorusuna “İşte bunu kabul etmek mümkün değil” cevabını veriyor Aral. “İslam dünyasının ve başka medeniyet sahalarının insan hakları içinde kendi söylemlerini öne çıkarmaları gerekiyor. Dışlamak, karşı çıkmak, insan hakları emperyalizmin aracıdır demek çözüm olmuyor. İnsan haklarının her zaman emperyalizmin aracı olarak kullanıldığını söylemek çok doğru değil. Bizim yapmamız gereken insan haklarını anlamak, bu konuda fikir sahibi olmak, metinleri incelemek, kazanımları dikkate almak, mahkeme kararına bakmak, siyasi felsefeyi dikkate almak. Kavramların içini zenginleştirmek, anlam doldurmak, aynı zamanda bir ayıklama yapmak zorundayız.”
Prof. Dr. Muharrem Kılıç – Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi
İnsan haklarının modern siyaset düşüncesinin bir kavramsallaştırması olduğunu söyleyen Muharrem Kılıç, insan haklarının eşitlik, kardeşlik ve özgürlük vaadiyle iyi niyetli olarak ortaya çıktığını, ilerleyen dönemlerde bir gerçekliğe denk düşmediğini ifade ediyor. “Görüyoruz ki ortaya çıkışından itibaren insan, hak ve insan hakları kavramları, toplumsal ve tarihsel gerçekliğe dokunmadı ve eleştirilere muhatap oldu. İçinde yaşadığımız yüzyıl, bu eleştirel damarın ne kadar haklı olduğunu bize gösteriyor. 18. yüzyılın sonunda Birinci Dünya Savaşıyla milyonlarca insanın katliamı… Ardından Milletler Cemiyeti’nin kurulmasında yine aynı felsefe ve düşünceden hareket edildi ama önleyici, insanların haklarını gerçekten muhafaza eden bir işlev göremedi. İşlevsizleşti.
19. yüzyılda pozitivizm, bir yıkıma yol açtı. Bu düşünce ve felsefe üzerine oturan 1948’teki İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insan hakları siyasetinde arzu edilen etkinliği ortaya koyamadı. Burada iki problem ortaya çıkıyor. Birincisi teorik anlamda insan ve yurttaş hakları kavramsallaştırması, insanlığa dar geliyor. Ayrıştırdığınız takdirde çok geniş bir kitle açıkta kalıyor. Bu kavramsal elbise, kuşatıcı bir evrensellikte değil. İkincisi, bir şekilde bu elbise yeterli değil, bir şekilde ilerleyebilir tamam ama bu da mümkün olmuyor. Neden? İnsan hakları siyasetinden. Eylemdeki tutarsızlık ve erdemsizlikler insan hakları siyasetindeki ikiyüzlülük ve çifte standarttan kaynaklanıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘Dünya beşten büyüktür’ sözleriyle bunu ifade etmişti. Bu sözle aslında bir gerçeklik ifade ediliyor.”
AMBALAJLANMIŞ İMTİYAZ REJİMİ
İnsan hakları kavramının ambalajlanmış bir imtiyaz rejimi olduğunu ifade eden Kılıç, bu kavramla belirli bir sınıfın imtiyazlarının korunmasını ise ikiyüzlülük olarak niteliyor. “İnsan hakları siyaseti, sınıf çatışması üzerinden doğdu. İnsanların ve yurttaşların hakları değil bir sınıfın hakları olarak doğdu. Farklı türde pazarlanıp, reklamı yapıldı. Onun adı o dönem burjuvaziydi. Bugün ise adı 5 ülkenin imtiyazı. Yani kökeninde insan ve yurttaş hakları sözüyle ambalajlanmış bir imtiyaz rejimi, imtiyazların korunması rejimi var. Orada bir sınıfın, bir sermayenin güvence altına alınması var. Bu ikiyüzlülüktür, hipokrasidir. Eylemde gerçekten erdemli bir insan hakları güvencesi yaratılması mümkün değil. Ki malum göçmen politikaları üzerinden bunu görüyoruz. Sınırlara tel çekme vs. ben onu arındırma siyaseti olarak tanımlıyorum. Bu sınırlamayı yapanların dünyası, insan haklarını ihya edecek bir dünya değil. Bu yalıtılmış bir dünya. Bu tarihsel trajedilerin yeniden nüksetmesine yol açacak bir zihin dünyası. Batı siyasal düşüncesinin bu yüzyılda en temel problematiği sistem içerisindeki farklılıklarla birlikte yaşama problemidir. Senin giyimin, rengin bana benzemiyor… Ya kendine benzeştirecek, benzeştirme biyolojik, mekanik ya da olgusal anlamda mümkün değilse tasfiye edecek, arındıracak. Bunu Nasyonel faşizan dönemde yaşadık. Şimdi de benzer şeyler yaşanıyor, ayak sesleri çok tehlikeli geliyor. Diasporada bulunan vatandaşlarımız açısından çok parlak bir durum söz konusu değil.”
Dr. Akif Tögel
KENDİ MAHKEMEMİZİ KURMALIYIZ
İnsan hakları bildirgesine alternatif bir metin yazmanın mümkün olduğunu ve bunu toplumun her kesiminin ciddiye alarak üzerinde çalışması gerektiğinin altını çiziyor Akif Tögel. “İnsan hakları evrensel bildirgesinin alternatifini, daha kapsayıcısını yazmak mümkün. Yazdıktan sonra da uluslararası hukuk çerçevesinde bu sözleşme veya bu bildirge kapsamında yargılama yapacak, bir ihlal olduğu zaman devletleri bu anlamda o bildirgeye uymaya davet edecek bir mekanizmanın kurulmasını ben mümkün görüyorum. Burada tek eksiğimiz bizim gerçekten bu işi ciddiye almamamız. İnsan hakları kavramına bir sosyal argüman olarak bakıyoruz, sonrasında da genel geçer bir mücadele olarak görüp geçiyoruz. Ciddiye alınıp hem bireyler hem sivil toplum hem devlet boyutunda çalışma yapılması gereken bir alan. Bu yapıldığı müddetçe böyle bir şeyin olması zor değil. Her şey bizde başlıyor bizde bitiyor.”
İnsan hakları konusuna yönelen az sayıda STK bulunduğunu, sayılarının artmasıyla insan hakları konusunda bir caydırıcılığı olacağını söyleyen Tögel, şu açıklamalarda bulunuyor: “İnsan hakları kavramına gökten indirilmiş, birileri tarafından bahşedilmiş kavramlarla bakmamak lazım. Bu haklar bize fıtraten bahşedildi. Hakların ihlale karşı mutlaka korunmasının sağlanması lazım. Bireysel olarak haklarımızın ne olduğunu bilmemiz lazım. Sivil toplum kuruluşları aracılığıyla bunlardan haberdar olabiliriz. Türkiye ve dünya genelinde sivil toplum kuruluşlarına baktığımızda sadece insan hakları alanına yönelenlerin az olduğunu görüyoruz. Bu sayı artar ve bütün işlerini insan haklarının korunmasına yönlendirirlerse hakların çok daha doğru bir şekilde korunacağını düşünüyorum. Sivil toplum kuruluşları insanların adil yargılanma haklarına katkı sağlayabilir, herhangi bir hak ihlali olduğu zaman hukuksal süreçleri takip edebilir.”
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden kaynaklanan hak ihlallerine yönelik bir yargılama yaptığını belirten Tögel, uluslararası bir mahkeme kurulmasını da öneriyor. “Tek doğruyu biz biliriz, hak ihlallerinde son sözü biz söyleriz iddiasındalar. Bu iddiayı peşinen kabullenmemek lazım. AİHM bir işe soyunmuş, o işle alakalı faaliyet gösteriyor. Biz kendi kavramlarımızla düşünen, kendi değerlerimizle harekete geçen uluslararası bir mahkeme kurmalıyız. Bu uluslararası mahkemenin, bizim değerlerimizle düşünen, dünya genelinde huzurun, eşitliğin, adaletin olmasını savunan bir mantıkla hareket etmesi lazım. Avrupa değerleriyle kendi değerlerimizi ayırt edip bu perspektiften bakmamız gerekiyor.”