“Araplar için bir İngiliz, Türk’ten daha iyidir.”(Gertrude Bell’in 22 Kasım 1920 tarihli mektubundan)
Gertrude Bell ve içinde meşhur Lawrence gibi isimler bulunan Arap Bürosu’ndaki arkadaşları, Türkiye’yi Ortadoğu coğrafyasından söküp atmak için yoğun bir uğraş vermişlerdi. Onların gözünde Türklerin varlığı Ortadoğu için sadece zarardan ibaretti. Oysa İngilizler, Araplara hem özgürlüğü tattıracak, hem de eski çağlardaki o muhteşem medeniyetlerine kavuşmalarına yardımcı olacaktı. İşte bu tatlı vaatlerle (ve tabii ki çil çil İngiliz altınlarıyla) aldatıp saflarına çektikleri kimi Arapların da yardımlarıyla Türkleri Ortadoğu’dan uzaklaştırmayı başardılar.
O vakitler henüz Türklerin elinde bulunan Ortadoğu coğrafyasında en büyük sorun, arada bir azıtıp hacıların yolunu keserek haraç kesen birtakım bedevi aşiretleriydi. Onlar da dört gözle bekledikleri Sürre Alayı’ndan kendi paylarına düşeni sorunsuz bir şekilde alabildikleri sürece böyle işlere tevessül etmiyorlardı. Ama tabii ki aşiretler arasındaki dengeler bazen bozuluyor, kantarın topuzu kaçmış oluyordu. İşte ancak o vakitler görülen bir sorundu bu tür yağma işleri. Derken Osmanlı sahneden çekildi. Gertrude Bell’in deyimiyle “Türk’ten daha iyi olan” İngilizler bütün coğrafyaya çöktü. Fransızları da ortak ederek Sykes-Picot denilen uğursuz paylaşım haritasını çizdiler.
Mezhep çatışmalarının gölgesinde
Gertrude Bell ve Lawrence gibilerinin vaat ettikleri özgürlük sadece kupkuru bir şekil olarak geldi. Arap toplumları nezdinde içi boş bir mektup zarfı kadar anlamı var bu özgürlüğün. İngilizlerin hegemonyasında geçen koca bir yüzyılın Araplar açısından diktatör rejimlerden mezhep savaşlarına savrulan acıklı bir hikâyesi var çünkü. Arap coğrafyasında hangi ülkeye bakarsanız bakın, askeri darbeleri, yıllar boyu birbirlerini deviren diktatörleri ve nihayetinde bir yudum özgürlük için “Arap Baharı” denilen serapa koşturan milyonları göreceksiniz. Bu serapa koşturanları neyin karşıladığı herkesin malumu; ya Mısır gibi mezhep bütünlüğüne sahip bir ülkede eski diktatörlük rejiminin devamı ya da Irak, Suriye, Yemen’de alev alev yanan, bulaşanı iflah etmeyen bir mezhep savaşı.
Erdoğan yeniden Ortadoğu’da
Cumhurbaşkanı Erdoğan 12 Şubat Pazar günü Bahreyn, Suudi Arabistan ve Katar’ı hedefleyen yeni bir Ortadoğu ziyaretine çıktı. Resmi nitelikteki ziyaret öncesi havalimanında yaptığı konuşmada “Bölgesel kırılmaların yaşandığı bir süreçte” bu ziyareti gerçekleştirdiğini söylüyordu. Ziyaretin zamanlaması bu açıdan manidardı. Özellikle de ziyaret edilen ülkelerin sıralamasına dikkat edildiğinde. Önceliğin Bahreyn’e verilmesi çok önemli bir mesajı burada dile getirmek için olmalıydı şüphesiz.
Fars Milliyetçiliği mesajı
Nitekim o mesaj ertesi gün, Bahreyn’in başkenti Manama’da Uluslararası Barış Enstitüsü tarafından düzenlenen “Türkiye’nin Ortadoğu’da Barışa Yönelik Girişimci Vizyonu” adlı konferansta dile getirildi. Yaptığı konuşmada “Etnik kimlik, din, kabile, renk ve mezhep temelinde birbirlerine yabancılaştırılan Müslümanlar, Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Yemen’de ve daha pek çok yerde kendi kendilerini tüketiyor” diyerek gerekli yerlere göndermeler yapan Erdoğan, konferans sonrası soru faslında kendisine yöneltilen “Suriye’de güvenli bölgeden bahsettiniz ve mülteci krizine çözüm olacağından bahsettiniz. Sizce mülteci sorununa tek çözüm yolu bu mudur” şeklindeki soruya “Suriye’nin bölünmesine karşıyız. Ama biliniz ki, birileri de hem Suriye’nin, hem Irak’ın bölünmesini istiyor. Irak’ın bölünmesi çalışmalarını yapanlar da var. Oradaki, mezhebi mücadele, aynı zamanda etnik mücadele. Çünkü orada da bir Fars Milliyetçiliği olayı var, bu Fars Milliyetçiliği olayıyla da bir bölünme, orada da söz konusu. Bunların önünü kesmemiz, önünü almamız gerekiyor” diyerek mesajın adresini netleştiriyor, mezhepçilik görüntüsü altında Fars Milliyetçiliği politikasıyla Ortadoğu coğrafyasını altüst eden İran’a, en çok taciz ettiği ülkelerin başında gelen Bahreyn’den seslenmiş oluyordu.
İran’ın kıskacında bir ülke
Körfez ülkelerinde sıkça rastlanan bir durum olarak Bahreyn nüfusunun yarısından fazlasını daha ziyade hizmet sektöründe çalışan yabancı ülke vatandaşları oluşturuyor. Yerli nüfusun yüzde 70’ini ise Şiiler oluşturuyor. 1783 yılında ülkede idareyi eline geçiren Halife ailesi ise Sünni. Bir dönem elinde tuttuğu Bahreyn’e dönük yoğun bir hegemonya tutkusu içindeki İran, ülkenin çoğunluğunu oluşturan Şii nüfusu bu amaca yönelik bir koçbaşı olarak kullanmaktan çekinmiyor. Erdoğan’ın sözünü ettiği “Oradaki mezhebi mücadele, aynı zamanda etnik mücadele. Çünkü orada da bir Fars Milliyetçiliği olayı var” diyerek tarifini yaptığı olgu da bu zaten.
Sonuçları itibariyle her anlamda İran’ın elini güçlendiren Arap Baharı’nın en sert geçtiği ülkelerden birisiydi Bahreyn. Büyük bölümü İran’ın meşhur Kum kentinde eğitim gören, İran lehine çalışan Şii mollalar tarafından galeyana getirilen Şii nüfus İnci Meydanı’nı bir Tahrir Meydanı’na çevirme teşebbüsünde bulunmuş, sonuç son derece kanlı olmuştu. Kendi kolluk güçleriyle asayişi sağlama noktasında yetersiz kalan Bahreyn yönetimi komşu Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’dan yardım istemiş ve yapılan müdahale sonucu 70’den fazla gösterici hayatını kaybetmişti. Ülkenin en bilinen sembollerinden, İnci Meydanı’na adını veren inci heykeli de yerinden sökülerek tarihe karışıyordu.
“İnciler Ülkesi” Bahreyn’de İran’ın ilk icraatı değildi bu. 1979 yılında İran devrimi yapıldığında yine aynı Şii mollalar marifetiyle ülkede bir isyan çıkartılarak İran devriminin domino etkisi test edilmek istenmişti. 1994 yılında bu defa işsizlik bahane edilerek yeni bir isyan teşebbüsü daha gerçekleştirilmişti. İran, Bahreyn nüfusu üzerinde mollalar eliyle halen yüksek düzeyde bir tehdit olma özelliğini sürdürüyor.
Bahreyn’in yanındayız
Erdoğan’ın “Bahreyn’in güvenlik, huzur ve istikrarını kendi güven ve istikrarımızdan ayrı görmüyoruz. Terörle mücadelesinde Bahreyn’in yanında olduğumuzu ve olacağımızı bu vesileyle tekrar vurgulamak istiyorum” sözleri Fars Milliyetçiliği üzerinden coğrafya okuması yapıldığında bir hayli anlamlı duruyor. İran’ın Bahreyn’e dönük tacizlerini Erdoğan açıkça “terör” olarak nitelemekle kalmıyor, bu mücadelede “Bahreyn’in yanında” olduğunu deklare ederek safları net bir şekilde çizmiş oluyor. Bahreyn’in 15 Temmuz darbe teşebbüsünde Türkiye’nin yanında yer alması bu fotoğrafı daha bir netleştiriyor.
Suudi Arabistan çok farklı durumda değil
Ortadoğu ziyaretinin ikinci ayağında yer alan Suudi Arabistan’a bakıldığında durum elbette bir Bahreyn değil. Ancak çok da aşağı kalır bir manzaradan bahsettiğimiz söylenemez. Körfezin öteki yakasında dev bir kütle görüntüsü veren İran’ın Arap yakasında oturanları ürkütmesi zaten eşyanın tabiatıdır. Üzerine bir de İran’ın karşı yakadaki Şii nüfusu konsolide etmeye dönük pro-aktif politikası devreye girince alarm zillerinin çalması kaçınılmaz hale geliyor. Bahreyn’de yüzde 70’lere çıkan Şii nüfus Suudi Arabistan ölçeğinde yüzde 15 civarındadır. Hiç azımsanmayacak bir rakam bu. Daha da ilginci, bu nüfusun ekonomik açıdan ülkenin can damarını oluşturan petrol bölgesinin sakinleri olması. Ülkenin doğusunda Bahreyn’e bitişik bir coğrafyadan bahsettiğimizi akıldan çıkarmayalım. Coğrafi yakınlıktan olsa gerek, her iki ülkedeki Şii nüfus arasında bir eylem birliğinden bahsetmek bile mümkün.
2 Ocak 2016’da idam edilen ve Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e oldukça yakın bir kenti, Körfez kıyısındaki Katif nüfusuna kayıtlı Ayetullah Nimr’in her iki ülkenin Şii toplumu üzerinde büyük etkiye sahip, ortak bir figür olduğu söylenebilir. Nimr idam edildiğinde hem ülkesi Suudi Arabistan hem de Bahreyn’de büyük protesto gösterileri yaşanmıştı. İran’ın bu eylem birliğindeki katkısı elbette inkâr edilemez. İdamın hemen ardından Tahran’daki Suudi elçiliği ateşe verilmiş ve zaten gergin durumdaki ilişkiler diplomatların kovulması noktasına gelmişti. İran, tahrik etmeyi seven bir ülke. Tahran’daki Suudi elçiliğine yakın bir caddenin adı “Şehid Ayetullah Nimr Bakır en Nimr” adını taşıyor. Bu arada Nimr’in de bir istisna olmadığı, diğer mollalar gibi İran’da eğitim gördüğünü sanırım zikretmeye gerek yok.
Güneyden Husi baskısı
Husiler, biraz farklı bir topluluk. İran gibi Caferi mezhebine bağlı değiller. Zaten düne kadar “Husi kimdir” diye sorulsa cevap verene rast gelinmesi mümkün olmazdı. Aslen Zeydilik mezhebine bağlı bir gruptan bahsediyoruz. İtikat anlamında İran’dan epey uzaklar. Fıkıhta ise neredeyse Hanefi mezhebi ile amel ettikleri söylenebilir. Burada İran’ın tıpkı Suriye’de Nusayriler örneğinde gördüğümüz “Sünni değilsen bendensin” tavrını görüyoruz. İran devrimiyle birlikte Ortadoğu’da Sünni olmayan bütün toplulukları mıknatıs gibi etrafında toplama stratejisi güden Tahran yönetimi, Zeydilere el atmakta gecikmemiş.
İran tornasından geçen şahsiyetlerin bölgede yol açtığı yıkımı Yemen’deki Husilik olayında da görmek mümkün. Arap Baharı ile birlikte harekete geçen Husiler’in böyle bir bahaneye her anlamda hazırlıklı oluşları dikkatten kaçacak gibi değil. İran desteğiyle başkent Sana’ya yürüyen Husiler ülkeyi öyle karanlık bir savaşa sürüklediler ki sular hala durulabilmiş değil. Ülkenin doğu kesimindeki İran tehdidiyle zaten diken üzerinde olan Suudi Arabistan’ın bir de güneyden çevrilme korkusu, İran’ın Husi hamlesine cevap vermesine yol açtı ve ortalık toz duman oldu. Yemen için ikinci bir Suriye demek mümkün. Tıpkı Suriye gibi İran sayesinde çözümsüz denklemler ülkesi haline geldiği için.
Katar’da Türk üssü var
Katar daha düne dek ekonomik açıdan Birleşik Arap Emirlikleri’ne bağımlı bir ülkeydi. Ülkeye gelen bütün ticari ürünler önce Dubai yakınlarındaki Cebel Ali limanına boşaltılıyor, oradan Doha limanına transfer ediliyordu. Niçin mi? Doha limanı büyük tonajlı gemilerin yanaşmasına elverişli değildi çünkü. Başkent Doha’nın güneyinde, Vakra bölgesinde büyük bir liman inşa ederek ekonomik bağımsızlığını kazanma hedefi güden Katar, limanın hemen yanında niçin bir donanma üssü inşa etme gereği duymuştu? Ekonomik bağımsızlığın tek başına yeterli olmadığına kanaat getirdiği için elbette. Ekonomik açıdan komşusundan bağımsız olmayı isterken askeri açıdan çekindiği ülkenin İran olduğunu söylemeye gerek yoktur herhalde. Bütün bölge ülkeleri için geçerli bir önermeden bahsediyoruz. Bugün Katar’da sayısı çok fazla olmasa da Türk askeri var. Katar’da bir Türk üssü var. Bölgeyi İran’ın insafına bırakmamak için. Daha rahat sömürmek için 1979 yılı itibariyle faz değiştirip Ortadoğu coğrafyasını adım adım İran’ın insafına terk eden İngiliz aklına gönderme yapmak için.
Bölgenin yabancısı kim?
Erdoğan’ın ziyaret programı henüz devam ederken 15 Şubat’ta İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, soluğu Umman’ın başkenti Maskat’ta aldı. Sabah geldiği Umman’dan aynı günün akşamı Kuveyt’e geçen Ruhani bu ziyaretlerin amacını “Fars Körfezi İşbirliği Konseyi üyesi iki ülke yetkilileri ile görüş alışverişinde bulunacağız” sözleriyle açıkladı. Ve bakın 13 Şubat’ta Erdoğan’ın Bahreyn’de yapmış olduğu “Fars Milliyetçiliği” vurgusuna nasıl cevap yetiştirmeye çalıştı.
“Bugün birlik peşinde olmalıyız, Şii ve Sünniler arasında büyük güçler tarafından yaratılan sahte mesafeyi ortadan kaldırmalıyız. Zira Şiiler ve Sünniler yüzlerce yıldır yan yana yaşamaktadır, İran’dan, Şiilerden, komşulardan korku yabancılar tarafından pompalanmaktadır. Bölge ülkeleri yüzlerce yıldır yan yana yaşamaktadır. Eğer aralarında sorun varsa bunlar müzakerelerle çözülür. İran her zaman tüm bölge ülkeleri ile ilişkilerini arttırmak ve bölgede istikrar, birlik ve güvenlik istemektedir.”
Büyük güçler tarafından yaratılan sahte bir mesafe varmış! İran korkusunu yabancılar pompalıyormuş! Sorun varsa müzakerelerle çözülürmüş! İran bölgede istikrar, birlik ve güvenlik istiyormuş!
Yalan, bir İran politikasıdır
“Fars Milliyetçiliği” ifadesine İran Dışişleri sözcüsü Behram Kasımi tarafından verilen cevaba ne demeli? “İran’ın Irak’taki varlığı, bu ülkedeki meşru hükümetin isteği üzerine, kötülüğü defalarca Türkiye’nin kalbine kadar bile ulaşmış terörist gruplarla mücadele için”miş. “İran’ın önceliği, bölgede güvenlik ve istikrarın sağlanması” imiş. Ve şu ifadeleri dikkatle okuyun lütfen: “Bu mesele, teröristleri destekleyen kaos oyuncuları ile istikrar isteyenleri tanımadan mümkün olamaz”mış. Doz iyice yükseltiyor. “Bölgedeki terörist grupların gizli veya açık şekilde desteklenmesi ve kullanılması, komşu ülkelerin toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarına saygı gösterilmemesi, bölgedeki istikrarsızlığın sürmesine neden olup kaygı verici” imiş. Sanki Erdoğan “Fars Milliyetçiliği” derken neyi kastettiğini bilmiyormuş gibi bir de “Sayın Erdoğan, bölge liderleri arasında, İran’ın başta Irak olmak üzere bölgedeki yapıcı rolünü herkesten daha çok bilmektedir” demiyor mu? Burası, bildiniz, tüyü diktiği yer.
Ha İngiliz, ha Fars
Sözümüze girişi, hatırlarsanız Gertrude Bell’den bir alıntıyla yapmıştık. “Araplar için bir İngiliz, Türk’ten daha iyidir” demişti bundan yüz yıl önce. Bugünlerde birileri Gertrude Bell’den kopya çekerek “Araplar için bir Fars, Türk’ten daha iyidir” demeye çalışıyor galiba. Tablo ortada. Türk’ten sonraki İngiliz fırçasıyla çizilen dünkü tablo da ortada. Fars fırçasıyla çizilen bugünkü tablo da.