15 Temmuz’u diri tutmak

15 Temmuz’da uyanan ruh, bin yıldır tarih yazan bu coğrafyaya aslını hatırlattı; bir asır boyunca unutturulan bir damar yeniden hatırlandı. 15 Temmuz’da uyanan ruh, “Biz daha ölmedik” cümlesini şehitlerin kanlarıyla yazdı. Bir milletin dirilişine sebep olan bu ruh, görenleri şaşkına çevirdi. Şanlı bir direnişti, tarihin sayfalarına altın harflerle yazıldı. Bu şanlı direnişin ardından ise 15 Temmuz ruhunu nasıl diri tutarız telaşı başladı. Çünkü o ruh olmasaydı, o ruh işgalci teröristlere, hainlere karşı canı pahasına dimdik durmasaydı, bugün başka şeyler konuşuyor (veya hiç konuşamıyor) olacaktık. Anlaşıldı ki o ruhu diri tutmak tek şansımız.

Bu ruha sahip çıkmak, geride kalanların borcu. Bu vatan için hiç düşünmeden canlarını ortaya koyan şehitlerimize karşı manevi bir vazife. Bu görevi yerine getirmek için önce 15 Temmuz ruhunu, ardından bu ruha sahip çıkmanın, diri tutmanın yollarını araştırmak gerek. Bu dosyayı böyle bir amaçla hazırladık, fikirlerini merak ettiğimiz kişilerin kapılarını bu yüzden çaldık. Yusuf Kaplan, “Bu ruhu cemaatler diri tutacak, tasavvufun yetiştirdiği insanlara ihtiyacımız var” dedi. Erem Şentürk “Bize ideal lazım, gençlerin uğruna öleceği bir ideali yoktu” diye ekledi. Ahmet Taşgetiren, “Kazandıklarımızı barış ortamında çarçur etmeyelim, bunun için Milli Eğitim, siyaset ve medya gibi sektörlerimizi seferber edelim” diyerek katkıda bulundu. Hayrettin Karaman, “Ortak değerlerimizi azami nicelik ve niteliğe ulaştırmayı hedefleyen bir milli eğitim politikası”ndan söz etti. İsmail Kılıçarslan, 15 Temmuz’u unutmamak için sanatını yapmamız gerektiğini söyledi. Merve Şebnem Oruç da toplumu rehabilite etmekle işe başlamak gerektiğinin önemine vurgu yaptı. 15 Temmuz ruhunun bir diriliş olduğunda herkes hemfikir, ancak onu diri tutmak adına yapılacaklar konusunda endişeler var.

Bu ruh ancak tasavvuf ehliyle devam eder

Yusuf Kaplan

15 Temmuz darbe değildi, Türkiye’nin yeniden İslam dünyasını toparlayabilecek bir irade beyan etmesine, sınırların ötesine taşacak bir etki alanı oluşturmasına, bir umut olmasına karşı yapılmış bir saldırıydı. Biraz daha geriye gittiğimizde, bizim bin yıldır oluşturduğumuz akidede ve siyasette İslam dünyasını harekete geçiren ehli sünnet omurgayı çökertme planları var. İki tane paralel din icat ettiler, biri vahabilik üzerinden selefilik, yani harici mantığıyla terörizme sürüklenen bir İslam imajı. Diğeri de FETÖ üzerinden küresel sisteme boyun eğecek, yeniden tarih yapma imkânını ortadan kaldıracak, ruhu boşaltılacak, diz çöktürecek ikinci bir din icat etmeye çalışıyorlar. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyorlar. Ölüm, vehabilik üzerinden gelen selefilik, sıtma da FETÖ tipi Müslümanlık oluyor burada. 15 Temmuz’da bu halk inanılmaz bir şekilde -sömürgeleştirilemeyen tek halk olduğu için kolektif hafızası, genetik kodları bozulmamış olduğu için- şahlandı. “15 Temmuz ruhu” diye bir şey çıktı. Ama 16 Temmuz’dan itibaren birileri düğmeye bastı. Bu inanılmaz 15 Temmuz ruhunu konuşacaklarına, yeni Türkiye’yi konuşacaklarına, fosilleşmiş, NATO eğitimli generaller televizyonlarda cirit atmaya başladı. Cemaatlere ve tarikatlara vurmaya başladı. FETÖ eşittir cemaat, dolayısıyla bütün cemaatler kötüdür diyorlar. Cemaatten kastettikleri şey de İslam oluyor. 28 Şubat’ta da irticadan kasıt İslam’dı. Cemaat ve tarikatlar bu toplumun ruh kökleridir. Zaafları var, eyvallah, onları konuşuyoruz. Cemaatlerin kendilerini gözden geçirmesi gerekir. Cemaatin cemiyeti düşünmesi lazım. Toplumu düşünmesi lazım. 15 Temmuz nasıl ruha dönüştürülür, biraz da buralardan bulunabilecek bir şey.

Biz yüz yıldır, tavandan, araçları ele geçirerek toplumu İslamileştiririz diye bir yanlışlığın içine girdik. Araçları ele geçirme kaygısı amaçların yitirilmesine yol açar. Araçların kölesi olmaya yol açar. Aslolan, toplumun kendisine sahip çıkmasıdır. Toplumun yeniden Müslümanlaşmasıdır. Bu, ailede başlayıp cemaatlerde devam edecek bir şeydir. Cemaatlerin insan yetiştirmesi gerekiyor. Tasavvufun yetiştirdiği insanlar lazım bize. Ben tasavvuf deyince Gazali anlıyorum, İbni Arabi, Sinan anlıyorum, Fatih, Yavuz anlıyorum. Bu toplumun köklerinde tasavvuf vardır. Tasavvufu kaldırdığınız zaman ne estetik kalır, ne mimari kalır, ne tarih kalır ne de ruh kalır. O yüzden cemaatlere vuruyorlar. Gençlik üzerinden, eğitim ve kültür sanat üzerinden giderek bu ruhu devam ettirebiliriz. Devlet, eğitim sisteminde devrim yapmazsa, medeniyet dinamiklerimizi eksene alacak, ruh köklerimizi eksene alacak bir eğitim sistemini hayata geçirmezse, ne yaparsak yapalım biteriz.

Ortak değerlerimizi hedefleyen Milli Eğitim politikası

Hayrettin Karaman

Bugün herkesin istediği veya dile getirdiği husus o gece sokağa çıkanlarda değil, halkın tamamında “15 Temmuz ruhu” adı verilen yerleşik ortak değerin hasıl olması ve korunmasıdır. Hâlbuki Tanzimat’tan ve daha sonra İttihat Terakki günlerinden beri millet adım adım giderek iki bölüğe ayrıldı, bu iki bölüğün, istenen bütünü (gerektiğinde ortak davranışı) ortaya koyacak ortak değerleri yoktur. Birisi Doğu’ya, ruh kökümüze, açıkçası İslam’a çekiyor; diğeri, Batı’ya, ötekinin ruh köküne ve belli derecelerde din karşıtlığına çekiyor. Bu durumun ha deyince değişeceğini sanmak saflık ötesi bir hayalperestliktir.

Bence 15 Temmuz gecesi sokağa çıkışın iki saiki vardı: Sevgi ve korku. Sevgi: Belki de tarih boyunca bir devlet başkanına beslenen en büyük sevgi, Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik olandır. Çağrısından onun ve onu başa geçiren millet iradesinin tehlikede olduğunu hisseden halk kesimi, kendini sokağa atmakta tereddüt etmemiştir. Bundan sonraki gelişmeler, kahramanlıklar, fedakârlıklar inşallah çoğunluk için sabit iman, duygu ve özümsenmiş değerlere dayanmaktadır, ama tamamı için bunu söylemek zordur.

Korku: Teşebbüsün arkasındaki örgütün tekelci, dışlayıcı ve acımasız tavır ve tutumu bilindiği için darbe teşebbüsünün başarılı olması halinde kendilerinden olmayanların tamamına icra edeceği haksızlıklar, zulümler, işkenceler ve mahrumiyetlere yöneliktir. Korku geneldir, ama geçicidir; tehlike geçince duygu da sona erer. Sevgi geçici değildir, ama genel de değildir, ayrıca şahsa bağlıdır. Bu iki duygu da yeterli değildir.

Yapılacak şey, ortak değerlerimizi azami nicelik ve niteliğe ulaştırmayı hedefleyen bir milli eğitim politikası ve uygulamasıdır. Böyle bir mutlu sonuç elde edilse bile, ayırıcı farklılıkta ısrar eden kesimler kalacaktır; bunlarla ilişkimiz de “adalet, merhamet ve hürriyet” değerlerimiz çerçevesinde aynı topraklar üzerinde huzur ve barış içinde yaşamayı göze almak, farklılığa tahammül etmek, dayatmak yerine herkes için iyi olanı gerçekleştirerek gönülleri kazanmaya bakmak şeklinde olmalıdır.

Kazandıklarımızı çarçur etmeyelim

Ahmet Taşgetiren

Türkiye’nin, sabahına yeniden doğduğu gecedir 15 Temmuz. Milli Mücadele’den sonra ezanın, bayrağın, imanın, vatanın yeniden aynileştiği, birbirine sarıldığı ve bir İslam yurdunun, bir milletin bağrından çıkan haykırışla yeniden “Ben varım” dediği gecedir. Şairin “Şehidler tepesi boş değil” haykırışının bir kere daha ispatlandığı gecedir. Ezanların, salaların, “Ya Allah bismillah, Allahüekber” nidalarının ebedi bir İslam mührü olarak bu ülke insanının yüreğine kazındığı gecedir. Bir diriliş gecesidir. Ayrıca 15 Temmuz, İslam’a hizmet diye yola çıkan bir hareketin fesada dönüştüğü ve Müslüman bir milletin iradesine karşı savaşa sokulduğu intihar gecesidir. Bir yanda diriliş, bir yanda intihar. İslam dışında birilerini dost ve veli edinmenin, kalpleri nasıl bir fesat çukuruna sürükleyebileceğinin ayan beyan ortaya çıktığı gecedir. Bir İslam vatanını yere çöktürdükten sonra dünyada vatan aramanın nasıl bir çılgınlaşma olduğunu ortaya koyan akıl tutulmasının, zihni tefessühün, basiret tükenişinin dibe vurduğu gecedir. Bir diriliş bir çürüyüş.

Soru şudur: Diriliş nasıl kalıcı kılanacak, başkalaşma, yoldan çıkış, ümmetten kopuş, yolunu kaybediş nasıl tekrarlanmayacak? Millet nasıl millet kalacak? Cemaat türü yapılar nasıl kimyasını bozmayacak, ya da kalbini koruyacak? Mesele, insanımızın kalbi kodlarını sağlıklı inşa edebilme meselesi. Şuuru diri, kalbi mukavim, Yaradan’la hukukunu düzgün tanzim etmiş, kendi hukukunu, vatanın milletin izzetini koruma noktasında kıskanç, hak etmediği davranışlar karşısında “olmaz” diyebilen, koruması gereken idealleri bulunan, koruması gerektiği değerler söz konusu olduğunda varını yoğunu ortaya koyabilen insana ulaşmak. Milletimiz zor zamanlarda varını-yoğunu ortaya koyabilme onurunu sergilemiş bir millettir. Savaşlarda zoru başardık bugüne kadar millet olarak. Belki ispat etmemiz gereken ikinci özellik, kazandıklarımızın barış ortamında çarçur edilmemesi, birileri tarafından çalınmamasını sağlayacak bilinç diriliğini kazanmaktır. Milli eğitim, siyaset, medya… bütün sektörlerimizi insanımızın bunu kazanması için seferber etmek zorundayız. 15 Temmuz milat olacaksa ancak böyle olur.

Unutulmasını önemsemediğimiz için unuturuz biz

İsmail Kılıçarslan

15 Temmuz’u unutmamak değil mi? Konumuz bu.

Bence unuturuz. Bu bizim aşırı unutkan bireyler veya aşırı unutkan bir topluluk olmamızdan kaynaklanmaz. 15 Temmuz’un unutulmamasını önemsemeyiz biz. Bu yüzden unuturuz. Picasso’nun Guernica’sı bizim neyi unutmamamızı sağlar? İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının 28 uçakla bombaladığı küçücük bir İspanyol şehrini değil mi? Peki ya Goya’nın o meşhur tabloları? İspanya’nın maruz kaldığı Fransız işgalinin o büyük acıları ‘unutulmaz’ olmuştur o tablolar sayesinde değil mi? Müfreze’yi, Full Metal Jacket’i falan da hatırlasak mı? Biri düzünden biri tersinden Vietnam Savaşı’nı unutmamamızı sağlayan iki meşhur film değil mi?

Şunu demeye çalışıyorum. Sanatın, kültürün, kültürel üretimin önemli etkilerinden biri de ‘hafızayı diri tutmak’ değilse nedir? İyi ama 15 Temmuz gibi sadece Türkiye tarihinin değil, dünya tarihinin de en enteresan direnişlerinden birini ‘unutulmaz’ hale getirecek yönetmenlerimiz, ressamlarımız, romancılarımız, şairlerimiz, öykücülerimiz online durumdalar mı? Online durumdalarsa bu yönetmenlerimizi, romancılarımızı, şairlerimizi, öykücülerimizi ‘önemseyip’ destekleyecek bir sosyolojiye, bir STK kültürüne, bir iş çevresine, bir siyasi düzleme, bir devlet yapısına sahip miyiz?

Şunu demeye çalışıyorum. Bir ‘şey’in unutulmamasını istiyorsanız o ‘şey’ hakkında sanatsal ve kültürel üretim yapmaktan başkaca bir seçeneğiniz yoktur. ‘Türkiye’de sanatsal ve kültürel üretimin önemine inanan insanlar, kurumlar var mı?’ sorusuyla ‘15 Temmuz’u unutur muyuz?’ sorusu aynı sorudur. Unuturuz. Misal 28 Şubat hakkında tek bir film, dört başı mamur tek bir belgesel, Türkiye’nin tam kalbine yerleşen bir roman yazdıysak da benim haberim olmadıysa bilemem tabii.

Düşüncesini satmayacak insanlar yetiştirmeliyiz

Taha Kılınç

15 Temmuz gecesi, sıradan ve isimsiz insanların tanklara göğüslerini gererek yazdıkları bir kahramanlık destanıydı. Siyasi bir parti uğruna verilmiş bir mücadele değildi bu. Aksine, içten bir iman ve vatanperverlik duygusuyla, her türlü dünyevi çıkarı göz ardı etmiş insanların ölüme meydan okumasıydı. İnsan fıtratı nisyan ile malul olduğundan, üzerinden henüz bir buçuk ay gibi kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen, bu destanı unutmaya ve normal hayatlarımıza dönmeye başladık. Olayların en sıcak noktalarında yer alanlar hariç, adeta sanki bir şey olmamışçasına yaşıyoruz. Oysa nesiller boyunca anlatılacak, dilden dile dolaşacak şeylere şahit olduk o gece. Bunların hiç unutulmaması ise boynumuzun borcu ve şehitlerimize karşı manevi vazifemiz.

Her şeyden önce, bireysel olarak 15 Temmuz’u kendi nesillerimize hiç unutturmamak birinci görevimiz olmalı. Bunun için, eşimizi ve çocuklarımızı alıp şehitlerimizin mezarlarını ziyaret edebiliriz. Onların hikâyelerini evlerimizde gündem yapabiliriz. Bununla ilgili oluşturulan görsel malzemeleri, günlük hayat rutinimiz içinde görünen noktalara yerleştirebiliriz. Sosyal medyada, 15 Temmuz’la ilgili gündemler oluşturabiliriz. Görsel malzemelerin paylaşımına katkıda bulunabiliriz.

Yaşananların unutulmaması için daha pek çok şey önerilebilir, dahası devlet eliyle, medya kuruluşları ve STK’lar marifetiyle yapılabilecek çok farklı alternatifler ortaya çıkabilir.

Ama hepsinden öte, hiç unutmamamız gereken bir gerçek var. 15 Temmuz gecesi kendi halkına kurşun sıkan, masum insanların üzerine tank süren caniler, on yıllar boyunca kendisini ‘eğitim hareketi’ olarak sunmuş terörist bir örgütlenmenin içinde yetişti. Bu ülkenin yeniden inşasında görev alabilecek sayısız kalifiye beyin, bir terör örgütünün çarkları arasında öğütülüp heba oldu. En acil şekilde, düşüncesini ve benliğini kimseye satmayacak hür insanlar yetiştirmeye odaklanmamamız gerekiyor. Şehitlerimize karşı belki de en büyük görevimiz olan bu zarureti gözden kaçırırsak, gelecekte başka benzer yapılanmalar, bu mazlum ülkenin başına yeniden bela olacaktır.

İşe toplumu rehabilite ederek başlayalım

Merve Şebnem Oruç

15 Temmuz, adım adım gelen bir felaketin, Türkiye ‘üst aklın’ istediği çizgiye gelmedikçe kaçınılmaz hale gelen bir yüzleşmenin gerçekleştiği tarihi bir geceydi. Türk halkı adeta içine Çanakkale ruhu işlemişçesine kendini siper etti; darbecilere İstanbul geçilmez, Ankara geçilmez, Türkiye geçilmez dedi. Bu son rauntta da galip gelen Türkiye oldu, yenilense gizli ve aleni düşmanlar… Ancak bu mücadelede ‘son’ henüz gelmedi. Önümüzde daha kaç raunt olduğunu henüz bilmiyoruz.

15 Temmuz’u unutmamak ama daha da ötesinde gelecekteki mücadeleye sirayet edecek bu ruhu zinde tutmak için yapılması gereken çok şey var kuşkusuz. Örneğin devlet, kendi içindeki hainleri teker teker ayıklarken, titizliği elden bırakmamalı ve bu zorlu süreçte yeni mağduriyetlere neden olmamak adına sıhhatli, özverili bir takip yürütmeli. FETÖ’yle mücadeleye ilişkin her dosyaya 15 Temmuz mücadelesinin devamı niteliğinde yaklaşmalı. Yetkililer bu süreci, memur yaklaşımıyla değil de vatan şuuruyla götürmeli. Şehitlerimize olan bu borç her şeyin üstünde ve ötesinde.

Toplumda büyük bir travmaya sebep vermiş olan bu örgütün incitmediği, yaralamadığı hemen hiç kimse yok. Daha önce onlar eliyle hapse girenlerden tutun, ailesinin bir ferdini onlara kaptıranlara, sınavlarda haksızlığa uğrayanlardan, himmet vb yollarla haraca bağlananlara, pek çok kişiyi mağdur etmiş bu yapıdan arta kalan post travma sürecinde, toplumu rehabilite etme konusunda da devletin yönetici ve yönlendirici bir rolü var. Devletin bütün kurumları olduğu kadar, özellikle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na düşen görevlerin fazlasıyla kritik olduğunu düşünüyorum. Bazı aileler içinde kardeş kardeşle, baba evladıyla, eş eşle düşman… Bu gibi bir sürecin ardından oluşan travmaların üstesinden gelmek ve post-FETÖ döneminde sosyolojinin, 15 Temmuz’un haklı gururuna uygun bir şekilde iyileşmesini sağlamak devletin üzerine düşen en önemli görevlerden biri.

Bize bir ideal lazım

Erem Şentürk

Senelerce çok korktuk; “Aman Allah’ım, Amerikan sineması bizi mahvetti” diye hayıflanmak milli olmanın şanındandı. Her filmde Amerikan bayrakları vardı ve şartlar ne olursa olsun muazzam Amerika dünyayı kurtarıyordu. “Eyvah, herkesin beyni yıkanıyor, millet ABD aşığı olacak” diye çok telaş yaptık. Geçen hafta bir anket yaptılar, Türkiye’nin ne kadarı ABD’yi seviyor diye sordular, yüzde 96 “sevmiyorum” dedi. E ne oldu şimdi? Hani o kadar masraf, Rambolar, kahramanlar, Holywood… ne işe yaradı? Meğerse o işler öyle değilmiş.

12 Temmuz’dan önce bir panel vardı. Panelde konuşan gazeteci-yazar dinleyenlere şöyle söylüyordu; “Giderek rehavet girdabında yok oluyoruz, toplum mücadele ruhunu yitirdi, yeniden diriliş olmazsa sonumuz kötü. Kimse kılını kıpırdatmıyor.” 3 gün sonra düşman askerleri Türkiye’yi işgal etmeye kalktığında, salonda işe yaramazsınız diye fırça yiyen gençler tankları durdurdular! Meğerse o işler öyle de değilmiş.

Erdoğan diktatördü, hepimiz çok bıkmıştık. Darbe olsa da kurtulsak noktasına gelmiştik. ABD buna inandırılmıştı. Öyle ya; suratlarında iğrenç sırıtmalarıyla dolaşan mıymıntı Fetullahçılar böyle raporlamıştı hepimizi. “Erdoğan’dan çok bıkmış, korkak, namussuz insanlar” olarak tarif ediliyorduk. Hakeza, çağdaş, aydın, entelektüel, elit, gibi çeşitli zıkkımlar da bu yönde raporlar veriyordu gavura. Ne oldu peki? Meğerse o işler öyle de değilmiş.

Bence mesele şu; 90 senedir silmeye çalıştıkları bir tarih var. Hepsini korkudan öldüren bir gaza şuuru var. Hah işte, onu silememişler. Ruhumuzu silememişler, çünkü o işler öyle olmaz. Hazreti Hamza yerine Süpermen’i kahraman diye yutturmaya çalıştıkları bir nesil yutmamış demek ki. Yutmamış da niye yutmuş gibi görünüyordu o zaman? Çünkü uğruna öleceği bir ideali yoktu. Geçim derdine boğulmuş idare ediyorduk. Ne zaman ki bir ideal, bir dava çıktı önümüze, o zaman işte gavurun 90 senelik emeğini elbisedeki toz gibi silkeleyip çıktık meydana.

Netice-i Kelam; Bize ideal lazım.

Benzer konular