Türkiye’de kuşaklar Mustafa Kutlu hikâyeleriyle büyüdü. Nesilleri yazdıkları da kendisi hakkında anlatılanlar da etkiledi. İlesam’da oturup çayını yudumlarken, kalabalığa rağmen kalemini kâğıdını çıkarıp hikâye yazabildiği, hatta yazdığı hikâyenin üzerinden bir daha geçmeye gerek kalmadan olduğu gibi noktayı koyduğu anlatılırdı. Taşradan gelen hevesli gençlerin “Selamün aleyküm” diyerek yanına oturup sohbetine dâhil olduğu, kendisiyle yüz yüze sohbet etme imkânı bulamayanlarla telefonda uzun uzun şiir, hikâye kritiği yaptığı da… Dergâh nasıl edebiyatın kaptan köşküyse, Kutlu da kaptanıydı. Uzun hikâyeler yazdı, ufkumuza kapılar açıp, içimizdeki yoksulluğu menekşeli mektuplarla anlattı. Geçen hafta Dergâh nöbetini Ali Ayçil’e devrettiği haberi şaşırttı herkesi. Sanki hep Mustafa Kutlu orada olacaktı, olmalıydı. Her fani gibi onun da yorulacağına inanmak istemiyorduk belki de.
Hastasıyım abi
Gerçek Hayat ekibi olarak hem dergimizle ilgili tavsiyelerini almak hem de kaptan köşkündeki devir teslimi kendisinden dinlemek için ziyaret etmek istedik. Bizi kırmadı. Tahmin ettiğiniz gibi bu röportaja herkes gitmek istediğinden, çözümü hep birlikte gitmekte bulduk. Hem Mustafa Kutlu’ya yalnız gidilmez ki. O bir şeyler anlatır, dağılır kalırsın. Hâlbuki hazırladığın sorular vardır, ne kadar bilgili olduğunu göstermek için notlar almışsındır, fakat hiçbirini sormak aklına gelmez. “Hadi, bana soru sorun” dediğinde, nereden başlayacağınızı, sözü nereye bağlayacağınızı bilemezsiniz. O yüzden Mustafa Kutlu’ya kalabalık gitmek iyidir. İtiraf edelim, Klodfarer Caddesi’nden geçip Altan İş Merkezi’nin merdivenlerini tırmanırken heyecanlıydık. Usta hikâyeci, Dergâh’taki odasında güler yüzle karşıladı ekibimizi. Dergimizi verdik, “Zaten aboneyiz, gördüm dergiyi” dedi ve sayfaları çevirmeye başladı.
Mustafa Kutlu’nun hikâyeciliği anlatılır hep, oysa bir de Mustafa Kutlu gerçeği diye bir şey var. Konuşmasıyla, düşünceleriyle, etrafa yansıttığı enerjisiyle, insanları dinlemesiyle, duvarlarını süsleyen tablolarıyla, boş masası ve yanından eksik etmediği şapkasıyla. Aslında bir Mustafa Kutlu hikâyesi gibiydi ziyaretimiz. Olabildiğince gerçek, dolu dolu hayat barındı
ran. Mesela duvarında duran tablodaki adamlar köylüleriymiş, yaylada iş molası verip, çaylarını içerken fotoğraf çektirmişler. Üstadın da hoşuna gitmiş. Asmış tam karşısındaki duvara. “Baktıkça köyümün adamlarını görüyorum” diyor. Burnunun ucu sızlar mı, o çayın kokusunu ciğerlerine çeker mi, yanlarına bağdaş kurar oturur mu, bilemeyiz. Bir yazısında anlatmıştı: Kapıdan çıkan banka memuruna “Bankanın önündeki ağacı gördünüz mü?” diye sormuş. O da görmediğini söyleyip etrafına bakmış. Hâlbuki ağaç tam tepesindeymiş. Çok şaşırmış, yürüyüp gitmiş sonrasında. O banka memuresi gibi hiçbirimiz kafamızın üstündeki armut ağacını fark etmiyoruz. Mustafa Kutlu herkesin ayrıntılara dikkat etmesini ister. Bizden de etrafı seyretmemizi, etrafta gördüğümüz her şeyle ilgili soru sormamızı istedi. Hatırlatmasaydı, belki de pek az şeyi görecektik.
O Gerçek Hayat’ın satırları arasında gezinirken bizim de gözlerimiz odasının duvarlarındaki tablolarda, fotoğraflarda dolaştı. Zafer, Uludağ, Niğde, Dört Mevsim, Ankara, Poyraz… Kitaplığındaki gazoz şişelerine baktığımızı görünce güldü. “Merak ettiniz değil mi?” dedikten sonra anlatmaya başladı küçük gazoz koleksiyonunu: “Bir gün taşra gazozlarını anlatan bir yazı yazdım. Yazıyı okuyan bir Niğdeli, Niğde gazozu getirdi bana. Hoşuma gitti, kitaplığıma koydum. Onu görenler, başka başka şehirlerin gazozlarını getirmeye başladı. Koleksiyon yapmıyorum, ama burada duruyorlar.” Sonra hemen alt rafta duran Robert De Niro fotoğrafı dikkatimizi çekti. “Neden Robert De Niro” diye sorduk, “Hastası yım abi” diyerek güldürdü bizi. Sonra ekledi. “Çok hüzünlü bir fotoğraf bu. Gözlerinde hüzün var.”
Ayaklarım beni taşımıyor
Karşısında Aliya İzzetbegoviç’in bir fotoğrafı, başka bir duvarda kendi çizimi doğa resimleri. Cam kenarına dizilmiş çiçek saksıları, arkasındaki kafesten aşağı doğru sarkan kağıt kuşlar. Herşey bir hikâyeden kopup gelmiş sanki. Zaten hikâye anlatır gibi konuşuyor. Dergâh’tan ayrılması mümkün değil, ama yayın yönetmenliğini devretmek nasıl hissettiriyor, merak ediyoruz. “Tabiatımda romantik bir tarafım olsa da realist tarafım daha güçlü. Geçmişe dönük bir tarafım olmadığı gibi, gelecekle de çok fazla işim yok. Ben mutasavvıfların tutumundayım. Benim için önemli olan şimdi” diyor. Aslında hislerini tek cümle ile özetliyor: “Ne geçmişin hissiyatı, ne geleceğin heyecanı.” Şimdi ise bir kitap yazdığını anlatıyor. “Şu an benim için en önemlisi o. Onun hakkından gelebilirsem çok iyi olacak.”
68 kuşağının çok yorulduğunu söylüyor. Bilhassa kendisinin. Hemen sol yanına sıralanmış Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin ciltlerini göstererek “8 cilt ansiklopedi benim omuzumdan geçti. 8 cilt ansiklopediyi sırtladım. 500 tane kitap çıkarttık. 25 yıl dergi çıkarttık. 30- 40 tane kendi kitabım yayınlandı. Genç arkadaşlarla çok uğraştık, çok ilgilendik. Açıkçası yoruldum. Ayaklarım beni taşımıyor” diyor. Başka sağlık problemleri de varmış. Ali Ayçil’den bahsediyor sonra: “Ali, Hızır gibi yetişti. Güvenebileceğim arkadaşlarımdan biri. Dolayısıyla Ali’nin gelişiyle ‘Kızı yaramaz bir adama vermedik’ diye düşündüm”
Bilgisayar alüminyum tencere gibi
Bomboş masası dikkat çekici. Masaya bakınca, yazılarını bilgisayarla yazmadığını anlarsınız. Yine de sormadan edemiyoruz. “Elde yazarım yazılarımı” diyor. “Masamın üstünde hiçbir şey olmasın isterim. Resim yaptığım için her tür el yazısını çok güzel yazardım. Fakat hastalık dolayısıyla el yazım bozuldu, şimdi doktor yazısına benziyor. Bilgisayar ile hiç ünsiyetim olmadı. Elimle yazarken, bir bebeği kucaklamış gibi oluyorum. Sayfayla kalem arasındaki münasebet, bir bebeğin ısısı, kokusu, sevimliliği ile ünsiyet gibi. Oysaki bir bilgisayara yaklaştığımda, alüminyum tencereye yaklaşmış gibi oluyorum.”
Kavramlarla öyle oynuyor ki konuşurken, karşısında mizahı ustalıkla kullanan bir yazar olduğunu düşünüyorsunuz. Oysa kitaplarına bu özelliğini pek az yansıtır. Bunu da soracağız: “Kavramlarla böyle bir ilişkim var ve aşırıya kaçırmaktan da korkarım hep. Yoksa konuşurken sizi gülmekten yere yatırırım. Bunu istismar etmek istemiyorum. Bu kalemime yansımasın diye kendimi frenliyorum.” Kalemine neden yansıtmadığını soruyoruz çekinerek, “Mizah yerine acıklı şeyler yazıyorum” demekle yetiniyor.