Son yıllarda yaşanan sosyal olumsuzlukların ilk akla gelen faili Suriyeliler. Sokakta bir köpeğe işkence yapıldığında da bir kadın öldürüldüğünde de bir kavga çıktığında da ilk onlardan biliniyor. Buraya yerleşen, burada çalışan Suriyeliler bu algıdan hem rahatsız hem çaresiz. Konuştuklarımızın sorusu ortak: Biz size sapık gibi mi görünüyoruz?
Fatih sokaklarında aylara yayılan ama su yüzüne çıkmayan bir gerginlik vardı. Huzursuzca söylenen, bir türlü ağızdan çıkarılmayan bakla, seçimler öncesinde Karagümrük’te patlak verdi. Sahipleri Suriyeli olan bir lokantanın önünde duran masalar yüzünden başlayan kavgada kullanılan kelimeler, sanki bütün bir seçim propagandasının şifrelerini ortaya koyuyordu: Sosyal yardımları alan, hastanede sıra beklemeyen, hayatlarını devletten aldıkları kumanyalarla sürdüren asalak bir kitle.
Bu algı dünden bugüne oluşmadı. Doğrular anlatılsa da uzun zamandır bu mesele üzerine kara propaganda yapan bir kitle var. Bunun turnusol kâğıdı seçim süreciydi. Muhalefetin seçim kampanyasında mülteci meselesi önemli bir yer tuttu. Muharrem İnce, alanlardan seslenirken şöyle diyordu:
“4.5 milyon Suriyeli Türkiye’de yaşıyor. Bayram’da gidiyor 72 bin kişi, 1 hafta 10 gün kalıyor, sonra geri dönüyor. Eğer sen gidip 10 gün kalıp geri gelebiliyorsan kal orada devamlı. Ne diye geliyorsun, tatile mi geliyorsun? Demek ki şartların uygun. Gittikten sonra kapatırım kapıyı kalırsın. Burası aşevi mi? Benim ülkemin insanları işsiz.”
Alana giden AK Partililer de bu söylemin etkileriyle uğraştı. Seçim kampanyasında karşılarına çıkan en önemli sorulardan biri “Suriyeliler ne zaman gidecek”ti. Konya Belediyesi’nin Suriyelilere maaş bağladığı, Suriyelilere alışverişlerde kullanmak üzerine AK Kart verildiği, 131 bin 746 Suriyelinin üniversiteye yerleştirildiği, Suriyelilerin tüp bebek tedavisinden ücretsiz faydalandığı, Suriyelilerin “Türklerin Müslümanlığa uygun yaşamadığını” söyleyerek protesto düzenlediği sosyal medya üzerinden yayılan iddialardan birkaçı.
Kamuoyunda büyük nefret uyandıran “Sakarya’da öldürülen köpek” haberiyle beraber, bu iddiaya Suriyelilerin köpeğin ayaklarını kestiği iddiası da eklendi. Bütün bu iddiaların etkisiyse, mültecilere karşı yükselen nefret söylemi.
Aslolan biziz, Türkler
Türkiye’ye gelip yerleşmiş, burada bir hayat kurmaya başlamış Suriyelilerin en önemli sorunlarından biri bu nefret söyleminin sonuçlarıyla uğraşmak zorunda kalmak. Pek çoğu gündelik hayatında sıkıntı yaşıyor ve mültecilik sorunları yanında ayrımcılığa maruz kalmaktan kaynaklanan sorunları da var.
Karagümrük’teki kavga bunun mikro bir örneği. Son yıllarda mahallede artan Suriye nüfusu ve lokantalarla başlayan gerginlik, seçim sürecinde görünür hale geldi. Nuraya, Buz Cedi, Alnoor, Zad Al-Hayr, Falafel Al Shaalan, Gena Charity, Karam Alsam, Musilli cadde üzerinde açılan dükkânlardan sadece birkaçı. Hepsi yaşanan gerginliğin ardından bir günlüğüne kepenk kapattı.
Gerginlik Nuraya Lokantasıyla başladı. Ramazan ayının ilk günlerinden itibaren caddeye masa atan dükkânlar kervanına burası da eklenmişti. Ramazan ayının bitimiyle beraber yine bu yüzden çıkan tartışmaya mahalleli müdahale etti. Olayın tanıklarından çilingir Ali Saban, gerginliğin eskiye dayandığını söylüyor:
“Bütün bu gerginlikler belki 2012, 2013’e dayanıyor. O zaman Suriyeli nüfusu diye bir nüfus yoktu ama yine gelenler vardı. Ne zaman sermayesi olan Suriyeliler gelip dükkân açmaya başladı, o zaman gerginlik de arttı. Gerginliğin birçok nedeni var ama temeli belli, para. Suriyeliler çok çalışıyor ve bütün aile beraber çalışıyorlar. Dolayısıyla iş gücüne para vermek gibi bir sorunları yok. Onların tuttuğu dükkânlar yüzünden kiralar yükseliyor, bu da bir diğer sorun. Burada kiralar üç dört yıldır dolarla ölçülmeye başlandı ki, bundan önce doları bir tek 1980’lerde Arapların yatırım yaptığı sırada görmüştük. İki kesim var, mülklerini asla Suriyelilere vermeyenler, mülklerinden Türkleri çıkartıp özellikle Suriyeli müşteri arayanlar. Son iki yılda sadece bir cadde üzerinde 10’dan fazla Suriyeli işletme açıldı. Kimi terzilik, kimi bakkallık, kimi hırdavatçılık yapıyor, kiminin de işi yemek üzerine. Bu insanlar vergi veriyorlar ama yine de kültür farklılığı mahallede gerginliği arttırıyor. Yoksa birebir konuştuğunuzda gerçekten iyi insanlar, gerçekten çok ağır şeyler yaşamışlar.”
Ağır şeyler yaşamaları onları mazur görmek için bir sebep mi? Ahmet Eksen’e göre değil:
“Travma yaşamaları burayı karıştırmaları için yeterli neden değil. Kiralık bir dükkân bulan bir diğerini çağırıyor. Kültürel olarak farklılık çok, misafir gibi değil ev sahibi gibi davranıyorlar. Bir evde 10 kişi beraber yaşıyor. 3 çocukla gelen iki yılda 6 çocuklu oluyor. Şimdi gidin birinden alışveriş yapın size Arapça fiş verir. Bu ne demek? İnsanlar bıkıyor bir yerden sonra.”
Ahmet Eksen aslında AK Partili olduğunu, bu seçimlerde Saadet Partisi’nin seçim çalışmalarını da takip ettiğini ekliyor. Onlara oy vermeyecek ama AK Parti’ye söylemek istedikleri var:
“Aslolan biziz. Türkler. Bunu hatırlarından çıkarmamalarını bekliyoruz. Tamam, birçok altyapı hizmeti sağlandı, 16 yılda yeniden bir sistem kuruldu. Bayrağımızı, dinimizi hiç bilmediğimiz kadar bildik. Bunlar olumlu şeyler, bunları kimse inkâr edemez. Ancak nihayetinde aş derdinde olan insanın gözüne batan bir mesele de Suriyeliler. Bunu da kimse inkâr edemez. Komşularımızı sevmiyor değiliz, tabii ki onlara yardım etmek istiyoruz ama bizim de devletimizin de gücü bir yere kadar.”
‘Ben sapık mıyım?’
İstanbul’un birçok semtinde Suriyeliler tarafından açılmış dükkânlara rastlamak mümkün. Bu dükkânların sahipleri ülkelerinde de benzer işleri yapmış insanlar olduğu kadar, ilk defa burada ticarete atılmış insanlar da olabiliyor. Cedii lokantasını iki kardeş işletiyor. Mahmud ve Halis kardeşler Şam’dan buraya gelmiş. Geldiklerinde ellerinde pek az olan sermayeyi çalışarak çoğaltmışlar. Suriyelilerin iş gücü olarak çok fazla para kazanmadığı göz önüne alındığında bu sermayeyi nasıl biriktirmiş olabilirler sorusuna yanıtları net: Hep ve kesintisiz çalışıp hiç harcamayarak.
Dükkân deyince aklınıza gösterişli bir yer gelmesin. Ürünleri falafel, tabbule ve humustan oluşan, yazları şerbet yapan, lavaş çıkaran küçük bir yer. Müşterileri çoğunlukla Suriyeli. Bazen de meraklı Türkler. “Suriyeliler nasıl insanlardır? Mesela sosyal medyada bir köpeğin ayağı kesildiğinde akla Suriyelilerin gelmesi size nasıl hissettiriyor” diye soruyorum. Mahmud cevaplıyor:
“Üzücü. Savaşta gördüğümüz şeylerden sonra buraya geldik. Burada da bizim için kolay bir hayat yok. Annem burada hastalandı. Bize o zaman herkes ‘Hastaneye gidin size bedava bakıyorlar nasılsa’ dedi. Öyle bir şey yok. Burada elbette ev sahipliği gördük ama kimse bizim için özel bir şey yapmadı. Sermaye biriktirene kadar kimsenin çalışamayacağı işlerde çalıştık. Sonra ufak bir parayla burayı kurduk. Şimdi sürekli gerginiz çünkü mahalleli bizi sevmiyor biliyoruz.”
“Buraya niye geldiler, ülkelerinde savaşsalardı” sözleri Halis’i çok etkiliyor:
“Bizim savaşmaktan kaçtığımızı söylüyorlar. İki kardeşim, bir amcam, dört kuzenim savaşta öldü. Biz ailelerimizden kadınları da alarak buraya geldik. 16 kişiye bakmak zorundayız. İçimizden geri dönenler oldu ama onlar da şu anda Suriye’de çok zor durumda. Şunu söylemek istiyorum, bizi korkak bulabilirsiniz ama her savaşta göçler olur. Bayrampaşa’da oturuyorum, orada oturanların çoğu Balkan Savaşı zamanında geldiğini anlatıyor. Kaçanlar korkak değildir, burada yaşamak korkaklık değil. Hatta bazen burada katlandığımı bazı şeyler bana ‘Keşke Suriye’de ölseydim’ dedirtti.”
Tecavüzcü, sapık nitelemeleri de Halis’e “ölseydim” diye düşündürtenlerden:
“Biz Suriye’de soyu hafız devam eden bir ailenin çocuklarıyız. Ben küçükken bir böceğe eziyet ettim diye babamdan ne kadar azar işitmiştim. Şimdi burada insanlar bizimle şakalaşırken rahatlıkla ‘siz korkak mısınız, kızlara mı bakıyorsunuz’ diyebiliyor. Çocuklarımızın çoğu burada erken evlenmeye başladı çünkü kimsenin burada Türklere musallat olduğumuzu düşünmesini istemiyoruz.”
Elimde değil
Uzun zamandır Malta Çarşısı’nda çalışan Ömer Bey, öfkesini dizginlemekte zorlandığını itiraf edenlerden. Çarşıya yeni açılan telefon aksesuarcısının kirasına da öfkeli. Çarşıda artık Türk esnafın tutunamadığını, Suriyelilerin bütün dengeyi bozduğunu söylüyor:
“Geçen Nişanca’da camiye gittim. İmam kardeşlik, barış diyor, ensarlık hukukundan bahsediyor. Farklı bir şey düşünmüyorum ama iş uygulamaya gelince zorlanıyorum. Benim gibi öfkeli birçok insan var. Fakat bu öfkenin müsebbibi yalnızca Suriyeliler değil. Şimdi çarşıya çıktığınızda Arapça dilenen bir sürü insana denk geleceksiniz. Bunların çoğunun Suriye’yle uzaktan yakından ilgisi yok. Kimi Mersinli, kimi Adanalı, kimi Bursa’dan, kimi Edirne’den gelmiş. Hepsi Suriyeli kisvesi altında yaşıyor. Bunu bilmeyen bir sürü insan var. Bunlardan biri para için peşine düştüğünde, rahatsız ettiğinde insanlar da haklı olarak bunun faturasını Suriyelilere çıkarıyor. Bu işin bir boyutu. İşin bir diğer boyutu da sermaye bir yerde mecburen el değiştiriyor.”
Bu mecburiyet şu anlama geliyor, eski popülerliği olmayan yerler Suriyelilerin gelişiyle yeni bir hareket kazanmış. Piyasada bir canlanma olmuş. Suriyeliler de bu canlanmayla beraber işleri iyi gitmeyen eski dükkân sahiplerinden işlerini devralmış. Aslında yaşanan bir yerde sermayenin el değişimi. Üç tane tatlıcı dükkânı bulan Amir için de bu böyle:
“Buraya ilk geldiğimizde bir kahve gibi kullanılan eski püskü bir yeri devraldık. İşler o kadar iyi gitti ki hızla burayı yeniledik, ürünleri çeşitlendirdik. İlk başta sadece künefe yapıyorduk. Şimdi bir şubemizi Bağcılara, bir şubemizi Ümraniye’ye açtık. Buraya sadece Suriyeliler değil, Türkler de geliyor.”
Sosyal medyada çıkanlardan o da çok rahatsız. Üstelik bunun ceremesini çekenlerden. Yeğeni geçen sene oturdukları mahallede dövülmüş:
“Yeğenimi geçen sene ‘Suriyeliler kızlara bakıyor’ haberleri yüzünden dövmüşler. Çocuğun zaten gözleri neredeyse kör, savaşta evlerinin yakınına düşen bir bomba yüzünden merceği hasar görmüştü, baksa görebileceği bir şey yok. Kendini anlatmaya da çalışmış. Sonra mahalleden gelip özür dileyenler oldu ama oradan taşındık. Sonuçta acı bir şey yaşanınca insan üzülüyor.”
Peki bu işin denklemi ne? Bunun yanıtını da yine Ömer Bey veriyor:
“İnsanlar öyle ya da böyle alışacak. Kızacaklar, kavgalar çıkacak, büyük vukuatlar da olacak belki. Ama sonuçta bugün gitseler yine de binlerce Suriyeli buraya geldi. Buranın suyundan içti. Biz onlara misafir olduk. Keşke böyle olmasaydı, ne onlar gelseydi, ne biz kızsaydık. Ama oldu. Mukadderat.”