İstanbul, Perşembe akşamları Peygamber Efendimizin (SAV) ismini minarelerinden duymak nimetine yeniden kavuştu. Gelen talepler neticesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın izniyle yeniden başlayan Cuma salâsı Osmanlı döneminde olduğu gibi İstanbul’un merkez camilerinde Perşembe akşamları okunacak.
83 yıllık süreçte yalnızca cenazelerle özdeşleştirilen salâ aslında Osmanlı döneminde yaygın olarak okunan, vakitleri belirlemekte kullanılan eski bir gelenek.
Her namaz vaktinin ayrı makamda okunan bir salâsı olduğu gibi, Pazartesi ve cuma gecelerinin de salâsı var.
Efendimiz’i hatırlamaya vesile
Salâ, Peygamber Efendimiz’i (SAV) hatırlamak için bir vesile, saygıyla anılması için bir vasıta. Pazarı pazartesiye bağlayan gece salâ okunmasının sebebi, o günün Efendimiz’in doğum ve ölüm günü olduğuna inanılması.
Vakit ezanlarından sonra okunan salâlarda selam ve övgü sözleri; cenaze salâlarında ölümle ilgili hadis ve ayetler okunuyor.
Salâ çeşitleri ve makamları da son yıllarda unutulanlardan. Eskiden devlet adamlarını, din adamlarını, şeyhleri ve önemli zatları camiye girerken salâ ile karşılayan, her vesilede Hz. Peygamber’i anan bir dönemden salânın unutulmasına uzanan bir süreç söz konusu.
Türkçe ezan salâyı da unutturdu
Salânın unutulması, ezanın Türkçeleştirildiği yıllara dayanıyor. Ezanın Türkçeleştirilmesi için Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi imzasıyla gönderilen tamimin ardından yine salânın Türkçeleştirilmesi için bir tamim yayınlanıyor.
Tamimde önerilen Türkçe salâ şöyle:
“Tanrı Elçisi Muhammet salat sana selam sana/ Tanrının sevgilisi Muhammet salat sana selam sana/ Tanrı elçileri salat sizlere selam sizlere.”
Bu yeni salâ yaygınlaşıp kabul görmeyince, kısa sürede bu adet terk ediliyor. Vakit salâları, sabah salâsı ve bayram salâsı da bu dönemde bırakılan diğer salâlar.
Ezanın yeniden Arapça okunmasına karşın, unutulmuş salâ adeti yeniden hatırlanmadığı için, İstanbul’daki salâlar da kesintiye uğramış. Buna karşın, Anadolu’nun birçok ilinde ve Balkanlarda bu adet yaşatılmaya devam ediyor.
Diğer coğrafyalarda da var
Salâ, bazı kaynaklara göre Fatimiler zamanında Mısır’da başlamış, bazı kaynaklara göre ise Hz. Ömer’in torunu Abdülaziz döneminde. Osmanlı, bu geleneğe diğer Müslüman toplumlardan daha çok sahip çıkmış. Dinleyenin ve okuyanın içini titretecek formlarda bestelemiş. Eskiler hem sözlerinden hem de makamından okunan salânın cenaze salâsı mı yoksa haber salâsı mı, cuma salâsı mı olduğunu anlarmış.
Bekir Sıtkı Sezgin salâ çeşitlerini şöyle aktarıyor:
“Sabah salâsı; sabah ezanından önce, dilkeşhâverân makamında okunur. Eserin bestekârı, kuvvetli rivayetlere göre Buhûrizâde Mustafa Itrî Efendi’dir. Ama bazı kaynaklarda Hatib Zâkirî Hasan Efendi olduğu da söylenir. Cuma ve bayram salâsı; bayram ve cuma namazlarından önce müezzin mahfilinde müezzinler tarafından karşılıklı okunurdu. Cuma günleri, ezandan bir saat kadar önce namaza hazırlık yapılmasını hatırlatmak için dilkeşhâveran makamında okunur. Bu salâ içinde Cuma Sûresi’nin cuma namazıyla ilgili ayeti ve hadislerden bölümler okunur. Bayâtî makamındaki eserin bestekârı Hatib Zâkirî Hasan Efendi’dir. Cenaze salâsı; vefat haberinin duyurulması maksadıyla okunan salât-ü selâm ile cenâzenin kabre götürülüşü sırasında düzenlenen cenaze alayında ve definden sonra okunan salâ olmak üzere iki çeşittir. Salât-ı Ümmiyye; bazı dinî törenlerde ve dinî günlerde, kısaca salât-ü selâm getirilmesidir. Itrî tarafından segâh makamında bestelenmiştir.”
83 yıl sonra biten hasret
Diyanet İşleri Başkanlığı Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamayla, bu geleneğinin ihya edileceğinin müjdesini verdi:
“Vatandaşlarımızdan gelen yoğun talep üzerine, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in talimatıyla, tarihimizin kadim bir geleneği olan salâ, bugünden itibaren İstanbul’daki tüm selatin ve merkez camilerde her perşembe akşamı verilecektir.”
Sultanahmet, Fatih, Süleymaniye, Şehzade, Eyüp ve Mihrimah Sultan Camisi gibi İstanbul’un büyük camilerinde yatsı ezanından önce okunan salâyla yıllar öncesinden gelen bu kadim kültür yeniden yeşertilmiş oldu.
Ahmet Haşim’in anlattığı Müslüman Saati’nin bir parçası da belki böylece hatırlanır:
“İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. ‘Saat’ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de ‘saat’lerimiz ve ‘gün’lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir sıhhatle, haberdâr ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik ‘gün’ tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.”