Zannın çoğu, Hüsne ve vebal

Kardeşinin sözüne bile güvenmeni engelleyen kirli bir hava ortamı, fitneye de açık oluyor haliyle. Sözler, davranışlar, ilgiler kötüye yorulacak şekilde ters yüz ediliyor. Aynı davaya özgü samimi mücadele süreçlerinin oluşturduğu güveni sabote edebilir şayialar. Bütün konumlar nahif, kimlikler izafi görünebilir. Yitirilemeyecek hiçbir şey yok gibi gelir; ne itibar ne haysiyet ne de emek verilmiş dostluklar.

“Fetöcü” suçlaması hayat kaydıran isli bir leke halinde dolaşıyor ya ortalıkta şimdilerde, bazen en şiddetli yargılayıcıların “Fetöcü” çıkmasına hayret edemez olduk. Önüne geleni Fetöcülükle suçlayan, “Şehrin En Uzak Ucundan Koşarak Gelen Adam” değil.

Şayia iklimi, sürekli günah keçisine ihtiyaç duyar; bu cümleyi Simmel kitaplarından değil yaşadıklarımızdan öğreniyoruz artık. O kişinin Fetöcü olduğuna dair bir delili yok kişinin, ama zannı yeterli oluyor algıların pekişmesine.

Zandan sakındıran Kur’an ayetleri boşuna inmedi. Yasemin Karahüseyin’in “Zan” (2005) başlığını taşıyan romanı, iliklerimize kadar işlemiş bu hastalığa karşı çok uygun bir zamanda yayımlandı. Zan hissi, “Kendisini inandırmak için kelimeleri kullanan yalancı bir peygamberdir” romana göre. Ve roman kişileri bütün hayatlarını sanki zannın oluşturduğu ikincil sahnelerde sürdürmekteyken, sahihlik yoksunluğunun yerini telafi edilemezin duyurduğu acı tortuları alıyor.

Zan karşısında ömrü boyunca şeffaf bir faaliyet içinde yaşamış olmanın bir faydası olmadığını gösteren örnekler, endişe verici.

Mahkemede suçsuzluğu anlaşılsa bile algı üzerinden mesafe koymalar ve sosyal sürgünlük başlıyor. 15 Temmuz’dan sonra yarı özel bir kurumda gerçekleşen tasfiyelerin seyri bu konuda bir fikir verebilir. Müdür, kurumda hızlı bir tasfiye gerçekleştirdi. Adı konulmayan tasfiye, “Geniş Ergenekon Çuvalı” misali “Geniş Fetö Çuvalı”ydı. Çocukluğundan itibaren FETÖ ile tek irtibatı okullarında okumuş olmaktan öte geçmeyen genç adam da tasfiye edilenler arasındaydı. Fakat sonra ne oldu? Tasfiyeci müdür Fetöcülükten tutuklandı. Bizim yeni baba olmuş gencimiz ise hala işsiz güçsüz. Daha ıssız bir köşede benzer şekilde engelli kardeşiyle baş başa kalmış işsiz bir genç kadın var.

İftiranın bedelini sevmediği Hüseyin’le evlenerek ödeyen Hüsne’nin yazgısı kabus gibi geziniyor aramızda. Sohbet ortamında birinin adı geçiyor: “Fetöcüye benziyor.” Bunun ölçüleri neler? “Benziyor işte.” Ve benzetilen çok geçmeden “Fetöcü” olup çıkıyor. Zan romanında Hüsne’nin maruz kaldığı bühtan ömrü boyunca ödemesi gereken çilenin sebebi. Şayia gerçeği bastırdığında dostlarının kendisine mesafe koymasıyla yalnızlaşıyor kişi. Bir davayla yargılanmıyor, ama sürgüne zorlanıyor.

Çamur atınca izi kalıyor. Burada haklı ve erdemli hiçbir adım yok. Hüsne’nin tüketilmiş hayatının hikayesini hiç okumamış gibiyiz ya da Fadime’ye ilişkin ifadeleri unutmak üzere okumuşuz. Tek bir cümle, Hüsne’nin ablası Nadire’nin dilinden dökülen bir imâ. Fadime’nin kocasının ve koca bir köyün içine düşen şüphe. Günahkar sanılan ve bunu kaldıramayan tertemiz Fadime. Kuyuya kendini atan, intihar eden hamile bir kadın. Okurken tüylerimizi diken diken eden bu sahneler maalesef hayatın içinde şimdilerde. Bu bağlamda Zan fitneye müsait ortamlarda ikinci bir kişiden söz ederken, bir ithamı yorumlarken kılı kırk yarmanın önemini hatırlamanın da romanı.

AK Partili genç bir kadın siyasetçi yazdı bana: Fetöyle mücadele sürecinde gözlemlediği bazı hataları dile getirdiği için hiç tanımadığı biri tarafından Fetöcü ilan edilmiş, o da dava açmış, mahkemesi sürüyor. Tabii Fetöcü olmadığını ispatlaması bekleniyor. Bunu kolaylıkla yapabilir, çünkü aynı zamanda Selam-Tevhid davasında mağdur ve müşteki. Yani hem Fetöcü olduğu hem de Fetö mağduru olduğu gerekçeleriyle iki davası var. Emniyet yetkilileri paylaşımlarında bir Fetöcülük göstergesi bulamadı, ancak şikayet yapıldığında soruşturma devam etmek zorunda. Siyasetçi genç kadın da hiçbir şekilde ilişkili olmadığı bir yapıya mensubiyeti iftirası yüzünden kişilik haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle karşı şikayetçi oldu. Mahkemelerin bu tür suç duyurularıyla uğraştırılması ayrı bir problem, ama daha sorunlu olan şu: Dava sonucu ne olursa olsun davalının adı Fetöcülükle lekelenmiş gibi oluyor, çok güçlü korunma sebeplerinden yoksunluğunda.

Bunlardan daha kötüsü tutuklananlar ve tutuklu kaldıkları süre içerisinde askıya alınan hakları elbette. Bir darbe ertesinde belki bazı ihlaller anlaşılabilir. Ancak siyaset ve medyada ihlaller sonucu ortaya çıkan yeni tür –sorunu merkezinden uzaklaştırmaya müsait- zanlara izin vermeyecek etkili söylemlerin ağırlık kazanması gerekiyor. Fetöcülük suçlamasının kimi küçük adamlarca bir kariyer fırsatı olarak istismarına izin vermeyecek bir siyaseti talep ediyor toplum. KHK’lar konusunda da kamuoyu vicdanı, darbe girişimi ve Fetöcülük bağlamında üst düzeyde sorumlu olanların teşhis edilip cezalandırılmasına ihtiyaç duyuyor.

Ergenekon gözaltı ve tutuklamaları sırasında da toptancı yargılamaların sebep olduğu haksızlıkları eleştiren yazılar yazmıştım. 1990’ların başlarındaki vahşeti hep hatırlamalıyız, ama nasıl? Çeşitli kişi ve gruplar faili meçhul aydın cinayetlerinin faili olarak ekranlardan teşhir ediliyordu. Bizzat yaşadığımız veya şahidi olduğumuz haksızlıklar, masumların ömür boyu ödemeye mahkum edildiği bedeller konusunda taşıdığımız sorumluluğu öğretmiş olmalıydı.

Zanla iştigal derin bir kuyu, tıpkı romanda tasvir edildiği üzere… Selami’yi, Fadime’yi ve daha nice insanı içine çeken o karanlık kuyunun kapanması bizim ferasetli yaklaşımlarımızla mümkün. Dilcefa köyü insanın diliyle sınandığı, insanın yenik düştüğü bir yer. Mağlup olmamak için bize gereken Karahüseyin’in romanındaki gibi hakkı, hukuku, adaleti hatırlatacak, içimizde taşıyacağımız bir Nazar Ana kişiliği.