“Güvercinler gibi bağrışıyoruz adalet için” şeklinde bir mısraı var Furuğ’un. Şule Çet cinayeti ne zaman gündeme gelse o mısraı hatırlıyorum. Balkondan düşme yoluyla gerçekleşen her ölüm şaibelidir ve şaibenin bir parçası nadiren balkonun yapısıyla ilgilidir. İffetin korunmasını açık örtük bir başına kadına yükleyen zihniyetin hazır yargısı “O gece orada ne arıyormuş?” sorusunda özetleniyor. Peki genç kızı oraya kim çağırmış, niye çağırmış? Şule Çet yoksuldu, yarı zamanlı çalıştığı işten kovulmuştu ve verilmeyen alacaklarının peşindeydi. Çalıştığı yerin ortaklarından biri onu, “abice” bir yaklaşım içinde, ben bu konuyu halledeceğim, diyerek konuşmak için akşam yemeğine çağırdı. Keşke kabul etmeseydi bu çağrıyı, bir başına gitmemesi gerekirdi o şartlarda bir görüşmeye, ancak bir umutla gitti diye buradan ölmeyi hak ettiği, bu ölümü normal karşılamamız gerektiği sonucuna mı varacağız?
Ne yazık ki mahkemelerde kendini savunamaz Şule Çet, şu var ki balkondan düşüp ölmesi yeterinden büyük bir açıklama. Genç kız ev arkadaşına üst üste “Buradan çıkamıyorum, adam bana takmış. Bırakmıyor, keşke gelmeseydim” diye mesajlar yazmış, daha nasıl savunsun kendini… Hayat dolu, hayalleri olan, gayretli, beri taraftan bir de –ailesinin verdiği bilgiye göre- yükseklik korkusu olan bir insan durduk yere kendini balkondan atmaz, iffeti benliğinin ta derinliklerinde mesele etmeyen bir genç kız hiç atmaz. Aslında, hayatın hiç değişmeyen tehditlerinden bihaber ve kuşkusuz kendi niyetlerine duydukları güvenle ailelerine destek için, tahsil yapabilmek uğruna çaba gösteren gençlerimiz, para sahibi olmayı her şey sayan yoz, aşağılık bir zihniyet karşısında nasıl da korunmasızlar…
Şule Çet, evet, asla güvenmemeliydi, kendisine yardım edeceğini söyleyen kişilere, ne yazık ki yardım eli uzatır görünene kötülük yakıştırmamış; tecrübesizliğin ve yalnızlığın saflığı. Aile uyarır, arkadaşlar uyarır, hayatın seslerinin yetmediği noktada; Şule Çet’in annesi vefat etmiş, babası ağır bir ameliyat geçirmiş. Çalışmayı sürdürsün, okumayı sürdürsün, eve geri dönüp annesinin yokluğuyla sarsılan ailesine bir üzüntü de kendisi yaşatmasın…
Cinsiyetçilik asıl nedir biliyor musunuz? Erkeğin elinin kiri sayılanı kadının yüzünün karası bildiren geniş yargı manzumesine hiç tartışmadan omuz vermektir. Şule Çet kuşağı karşı cinsle mesafesine meşrubata atılan ilaç zaviyesinden bakmayı öğrenmedi; bizim kuşaklara sinema yoluyla telkin edileni onların kuşağı mizah konusu gibi anladı. İlk öykülerimden birinde hayata ve insanlara sadece kendi yakıştırdığı iyi niyetli açıklamalarla yaklaşan bir genç kızı konu almıştım. Gerçekliğin haklı yüzü ona apaçık göründüğü gibi nasıl olur da başkasına görünmezdi? Gecenin kötülükleri ve tehditleri konusunda da besbelli önceki kuşağın genç kızları gibi uyarılmadı Şule Çet. Gece yarısı orada olmaması gerekirdi, ancak mesajlarından anlaşıldığına göre akşam yemeği davetine giderken, “görüşmenin” gece saatlerine uzayacağını düşünmüyordu. Kendisini hiç tanımamış kalabalıkları, o gece orada olma sebebindeki niyetinin saflığına ölümüyle bile inandıramaması bir hayli acı.
Kendini savunamayacak durumda olanın açıklamalarını duymak ve kamuoyuna aktarmak için işlemeli mahkemeler, meşkuk olanın örtbası için değil. “Unutulan ne ister? Ne hafıza ne farkındalık, sadece adalet” diyor ya Agamben… Parasının gücüne dayanan saldırganlar karşısında adaletten başka nereye sığınabilir ki yüreği yanan mağdurlar… Orada neler olup bittiği konusunda ifadeleri sürekli değişen kişilere inanarak karar verirsek Türk adaleti yaralanır bundan en çok.
Şule Çet olayı medyaya ilk yansıdığında, yirmi yaşında bir genç kızın gece yarısı balkondan atlayarak intihar ettiğini okuduk. Ardından ailesi bir hesap açarak kızlarının ölümüyle ilgili farklı bilgileri paylaşmaya başladı. Sosyal medya birçok açıdan yanıltmaların, yanılsamaların da aracı, ancak benzeri olaylarda başka türlü görme ve yorumlama pencereleri hiç değilse sosyal medya sayesinde açık kalıyor. Olayın ve mahkeme süreçlerinin medyaya yansıması, benzeri ne çok cinayetin tarihin karanlıklarına gömülmüş olabileceğini düşündürüyor. Kim bilir ne çok cinayet asıl sorumlularının ifadeleriyle, maktulün haysiyetini çiğneyecek şekilde yansıdı üçüncü sayfalara…
Şule Çet cinayeti gösteriyor ki kadınlar için iş ortamları, iş mekanları bazen vahşi bir ormandan farksız. Kadın bedenini metalaştıran çeşitli yayınlar ve böylece oluşan bir dilin bu vahşetin oluşumundaki payı ise çok açık. Bu sayfada yayımlanan “Taciz ve Üçüncü Kişi” başlıklı yazımda taciz ve tecavüz eğilimini besleyen kirli niyetler manzumesinin karanlık tarihinden söz etmiş, “Önyargılarla kirlenen bakışta bir kadın giyim kuşam tercihleriyle de tacizi hak eden biri olarak algılanıyor” diye yazmıştım. Bir kadını hiç dilemeyeceği bir şekilde beden parçaları halinde dondurarak saldırıya açan bu bakış için kültürel araçlar sürekli yeni beslenme alanları oluşturuyor. Tecavüz, şantaj, cinayet, iftira… Oturmuş kurallardan yoksun veya medeni güvenin sınırlarının yozlaşmaya açık olduğu ortamlarda iş ilişkilerinin üçüncü kişinin bakışına ihtiyaç duyduğunu da dile getirmiştim aynı yazımda. Gerçeklik bu denli acı, kameralar da yetersiz ise, genç kızlar kendilerini koruma konusunda daha iyi eğitilmeli.
Gençti Şule Çet, bir şeyleri toparlar telafi ederdi, dahası yanlış anlaşılmalara ve anlatımlara izin vermez, doğru dürüst anlatırdı olup biteni, yaşasaydı. Gençti, tahsil hayatını sürdürmek için çalışmak zorundaydı; ailesinin imkanları sınırlıydı.
Yeterinden büyük bir açıklama
![](http://www.gercekhayat.com.tr/wp-content/uploads/2016/01/avatar_user_4_1453462035-160x160.jpg)