Zan

“Sen” diye geçirdim içimden, “Bazen öyle çok konuşuyorsun ki, kendi içini yağmalayıp başkalarına dağıttığının farkına varmıyorsun. Gün içinde başından geçenleri anlatıyorsun insanlara: Sabahleyin nasıl uykusuz kalktığını, otobüse yetişmek için nasıl alelacele evden çıktığını, yolda kimlerle karşılaştığını, tramvaydaki sıkışıklığı sanki bunlar ilk kez senin başına gelmiş gibi anlatıp duruyorsun. İşinin başına otururken bile susmuyorsun: Evet, işte gelmiş ve işimin başına oturmuş bulunmaktayım, diyorsun yüksek sesle. Bir dosyayı karıştırırken konuşuyorsun, bir telefon görüşmesi bittikten sonra da konuşuyorsun. Dilin, çok ucuza kiralanmış bir işçiye benziyor. Akşamları, evine dönmeden önce görüşebildiğin birkaç arkadaşın da bu ucuz işçinin çalışmasından nasibini alıyor. Bu kez gün içinde olup bitenlerin dökümünü çıkarıyorsun. Sonra gün bitip de evinin yolunu tutunca, bir sessizlik basıyor nedense. İçinde hiç konuşulmamış bir cümle, bütün ağırlıyla göğsüne oturuyor. Başkaları bilmiyor belki ama sen biliyorsun; aslında o cümleyi saklamak için hep konuştuğunu, hep konuşmak zorunda olduğunu…”

“Sen” diye geçirdim içimden, “İçinde bir cümle saklıyorsun ama hiç kimse bilmiyor o cümlenin ne olduğunu. Bilinmesini de istemiyorsun. Saatlerce bir kitaptan bahsediyor, kahramanını tanıtıyor, kahramanın başından geçenleri sıralıyorsun. Eğer muhatabın kitapsever biri değil de bir işçiyse, maaşlardan, kiralardan, hayatın zorluklarından, emeklilikten söz açıyorsun. Bir ev kadınıyla konuştuğun bile oluyor, üstelik parkta, üstelik hayattan kopmuşların bankında. Hayattan kopmuşların bankında bir ev kadınıyla çocuklardan, onların büyüme serüvenlerinden, büyüdükçe nasıl vefasızlaştıklarından bahsediyorsun; muhatabın da seni hiç yalnız bırakmıyor, içlenmelerle, şahsi hikâyesinden parçalarla katkıda bulunuyor anlattıklarına. Şikâyetler birbirini izliyor, oğuldan ve kızdan şikâyetler, trafikten şikâyetler, bacaklardaki ağrılardan şikâyetler. Sonra bütün o yaşlıları ve torunları, çay satıcısını ve fıskiyeden gelen su sesini arkanda bırakıp, hatta arkanda hiçbir şey bırakmamış gibi bırakıp kalkıyorsun oradan. Arkandan ne düşünüldüğünü bilmiyorsun. Tek bildiğin, içinde bir cümle olduğu, o cümleden hiç söz açmadığın. Onu bir kez içinden çıkarsan bunca söze hiç gerek duymayacağın…”

“Sen” diye geçirdim içimden, “Herkesin doyasıya konuştuğu ama içindeki bir cümleyi özenle sakladığı bir ülkede yaşıyorsun zaten. Sustuğun zaman da başkalarının konuşmasını dinliyorsun. Konuşmalar hiç bitmiyor, sende yarım kalan bir başkasının dilinde devam edip gidiyor. Bir kız, otobüsün kapı boşluğunda, işaret parmağını, özellikle işaret parmağını telefonunun kenarına yatırarak konuşup duruyor mesela. Kiminle konuştuğunu merak ediyorsun; bir anneyle yapılan sohbetlere benzemiyor, bir sevgiliyle de değil. Muhabbetin iki arkadaş arasında geçtiğine kanaat getiriyorsun nihayet. Rahatlığından, konuyu gittikçe genişletmesinden, ‘hımm’larından, ‘öyle mi?’lerinden, birkaç durak sonra inecek biri olmadığını hemen anlıyorsun zaten. O da tıpkı senin gibi usta bir yol konuşmacısı. Hemen bitişiğindeki koltukta, oturma şansı bulabilmiş iki yolcu da konuşuyor kendi aralarında. Bazıları da yazarak konuşuyorlar, parmaklarıyla, parmak uçlarıyla. Sonra biraz bekleyip tekrar yazmaya başlıyorlar. Bekleyişlerinde bir metanet var; uzaktaki birisiyle doğaçlama yapmanın adabını hiç bozmuyorlar. Ama yazılacak cümleleri bitince, onlar da aslında bir cümleyi yazmamak için pek çok şey yazdıklarını düşünüyorlar. İşaret parmağı yavaşça ekranın üzerine kıvrılıyor…”

“Sen” diye geçirdim içimden “Ne zaman susan birini görsen, baş edemeyeceğin bir düşmanla karşılaşmış gibi irkiliyorsun. Çünkü konuşmuyor, çünkü bir cümleyi saklamak için sayısız cümleden duvarlar örmüyor. Ve aslında susan biriyle karşılaştığında, konuşulmamış sözün ne denli ağır olduğunu kavrıyorsun. Sanki dili bir kez dönerse, hepimizin sakındığı o cümle dilinden dökülecek, bütün dünya titreyecekmiş gibi bir hisse de kapılıyorsun. Dahası da var: Bir suskunla karşılaştığında, şaşkınlıkla, hep konuşarak üstünü örttüğün şey geliyor aklına. Neydi, diye soruyorsun kendine; neydi, pek çok cümlenin arkasına sakladığım, herkeslerden sakındığım o cümle. İçini yokluyorsun, yok; aklını yokluyorsun yok; ceplerini yokluyorsun yok. Sükûtu hayale uğradığın için ayrıca şaşırıyorsun. Bir cümle mi saklıyorum zannetmiştin içinde, yoksa bir cümle saklamıştın da hiç arayıp sormadığın için çekip gitmiş miydi, muamma! Soru hiç de basit değil ve bu soruya konuşarak cevap veremeyeceğini pekâlâ biliyorsun. Sustuğunda ise başka bir konuşkan, gözünü sana dikip biraz irkiliyor. Çünkü bir cümleyi saklamak için sayısız cümleden duvarlar örmeye gerek duymuyorsun artık. Korumaya aldığın bir cümlen var mıydı yok muydu onu bile bilmiyorsun…”