Eski yazı

Elbette o yıllarda insanları birbirinden ayırmanın pek çok kıstası vardı: Uzunlar ve kısalar, varlıklılar ve fakirler, saflar ve kurnazlar. Çocuk aklım bu tezatlıkları anlamaya yetiyordu. Bir de “eski yazı” bilenler ve bilmeyenler diye ayırıyorlardı insanları. Ayırıyorlardı ama “eski yazı”yı bilenlerin sayısı öylesine azalmıştı ki, onlardan birer hudayinabitmiş gibi bahsediliyordu. Nasıl bir yazıydı acaba? İmam efendilerin camilerde, Kur’an Kurslarında öğrettiği yazıya tıpatıp benzediği söyleniyor, ardından da her Kur’an okuyanın “eski yazı”yı sökemeyeceği ekleniyordu.
Aklımız gerçekten de karışıyordu. Bir okullarda ezberletilen “yeni yazı”, bir “elifba”, bir de onunla tıpatıp aynı olan ama yine de o olmayan artık çok az insanın sökebildiği “eski yazı” vardı hayatımızda. Bu sonuncu yazının pek de bir hükmü kalmış değildi. Bazen birileri sandıktan bir kâğıt bulur, içinde neler yazıldığını anlamak için köşe bucak “eski yazı” bilen birini arardı. Ve biz işte o zaman bir yerlerde saklanmış eski kâğıtlarla eski yazı arasında bir bağ, bir akrabalık olduğunu fark ederdik. Eski yazıyı okuyabilen adamların sayısı az ama onlara gösterilen hürmet pek fazlaydı…
Tarih bölümünün birinci sınıfına başladığımızda her nasıl olmuşsa aramıza düşmüş birkaç solcu arkadaşın ilk telaşeleri de yine şu “eski yazı” yüzünden olmuştu. Şöyle söyleyeyim, pek çoğumuz o sıralara gidip oturduğumuzda “eski yazı”nın Osmanlı alfabesine verilen bir isim olduğunu biliyorduk artık. Biliyorduk ki bizim bir yeni bir de eski olan alfabemiz var. Kaderin cilvesine bakın ki, bazı arkadaşlarımız Tarih bölümünde birden “eski yazı” ile karşılaştılar ve ondan kurtuluş olmadığını anlayınca daha önce hiç müşerref olmadıkları bir harf ormanının içinde kayboluverdiler.
Elbette birbirimizi seviyorduk. Bir süre “elifi görseler mertek sananlar cemiyeti” adını verip yarenlik ettik, bir süre evlerimizde üstlerine titreyerek eski yazılarını kuvvetlendirme dersleri yaptık, derken Osmanlı alfabesini arkadaşlarımız için bir mesele olmaktan çıkardık. Fakat bu onların da bizim de durumumuzu değiştirmiyordu. Onlar artık eski yazıdan kurtulmuş olanların biz ise eski yazıya hürmet edenlerin çocuklarıydık. “Eski yazı”yla ilişkimiz aslında dünyayla, Türkiye’yle kurduğumuz ilişkinin bir şifresi gibiydi…
Hatıralar insanı hüzünlendiriyor ama aynı zamanda bir vakitler öylesine üzerinden geçtiğimiz yoldan bu kez düşüne taşına geçmemizi de sağlıyor. İşte şimdi bu yazıyı yazarken “eski yazı” ve “yeni yazı” ayrımının ne manaya geldiğini düşünmeden edemiyorum. Bu, “Harf İnkılabı”nı yapan otoritenin geçişi kolaylaştırmak için bulduğu pratik bir çözüm müydü, yoksa halkın yasaklanmış alfabeyi yaşatmak ve hafızasında bir yere kaydetmek için giriştiği çaresiz bir şifreleme işlemi mi?
Bir gün eski yazıyı bilenlerin neslinin tükeneceği korkusu da çocukluk hatıralarım arasındadır. Bu, büyüklerin konuşmalarından çıkardığımız bir korkuydu. Ve öyle hissediyorduk ki, eğer okuyucuları kalmaz ise bir hurufat hazinesi ebediyen karanlığa gömülecek. Neydi bu hazineler, işte bunu çözemiyorduk. Yüksek ihtimal korkunun sahipleri de bu konuda pek fazla bilgi sahibi değillerdi. Onlar yeni olanla eski olan arasında bir kıyaslama yapıyor, bütün hayatlarını, hatıralarını, cetlerinden kalan mirası şu “eski yazı”nın içine yerleştiriyorlardı. O unutulup gittiğinde kendileri de dünyadaki manalı yerlerini kaybedeceklerdi. Eski yazı bilen adamlar sadece bir alfabeyi sökmekle kalmıyor, bir dünyanın da bekçiliğini yapıyorlardı. O dünya onlarla beraber yitip gidecekti…
Ve yine şimdi dönüp baktığımda, “eski yazı”ya hürmetin ve onu okuyacak kimsenin kalmamasından duyulan korkunun daha naif bir sebebi olduğunu anlayabiliyorum. İnsanlar bu yazıyı Kur’an-ı Kerim’in günlük hayat içerisindeki temsili gibi de görüyordu. Eski yazıyı okuyabilen adamlara duyulan saygının muhtemelen en önemli sebebi buydu. Onlar sadece bir yazıyı değil, yazıya geçirilmiş bir inanma biçimini ve tecrübe edilmiş hayatımızı da okuyup aktaran kişilerdi. Ortada olmasalar, Latin alfabesine çevrilmemiş, çevrilmediği için de sayfaları emin harflerle korunmuş şu Kara Davut’ları, şu Mızraklı İlmihalleri, şu Peygamber hikâyelerini ve cümle cenkleri kim okuyacaktı. Yeni alfabeye aktarılmış metinlere güvenmiyor, dahası yeni alfabenin dünyevi bacaklarının o hikmet dağlarını taşıyamayacağına hükmediyorlardı.
Çocukluğumun günlük hayatından insanların “harf” ile “anlam” arasında kurdukları bu bağ, yıllar sonra karşıma çıkan ve hep tartışılan “alfabe” – “uygarlık” ilişkisinin de özünü oluşturuyordu aslında. Türk modernleşmecileri bu meseleyi Cumhuriyet kurulmadan çok önce masanın üzerine koymuşlardı. Ama biz bugün tartışmanın başka bir evresinde, yeni bir soruyla karşı karşıyayız: Kendi alfabesi olmayan bir medeniyet olabilir mi?