Kaşgar’daki Hoca Nasrettin’imiz

Tramvay yolundan Sultanahmet meydanına doğru yürüyenler, meydanın sonuna geldiklerinde solda minik bir park göreceklerdir: İsa Yusuf Alptekin parkı. Bu park öylesine küçüktür ki, İsa Yusuf Bey’in kim olduğunu bilmeyenler, mahallenin eskilerinden birinin hatırasının canlandırıldığını sanır. Oysa onu tanıyanlar için küçücük parkın bambaşka bir anlamı vardır. Parka adını veren İsa Yusuf Bey, Doğu Türkistan davasının önemli liderlerinden biridir ve bir milyon sekiz yüz bin kilometre karelik ülkesinden uzakta, şuncacık bir yerde adı yaşatılmaya çalışılan bir muhacirdir.
Çin elçiliği, bütün ülkesini istila ettiği Uygurların liderine küçücük bir parkın adının verilmesinden bile rahatsızlık duymuş, mesele dönemin matbuatında tartışma da yaratmıştır. O güne kadar Doğu Türkistan belli bir grup dışında kimsenin ilgilendiği bir yer de değildir aslında. Türk solu ve Marksistler Küba’dan Moskova’ya kadar geniş bir coğrafyaya; İslamcılar Orta doğuya; Maocular ise zaten Çin’e odaklandıkları için, Doğu Türkistan davası Milliyetçiliğin “kaba meselelerinden” biri olarak görülmüştür. Bu gün bir merkezden idare ediliyormuş hissi veren farklı kesimlerin Doğu Türkistan havariliği üzerinde ayrıca düşünmek icap eder…
Bu yazıda bazı cümleleri onun kitabından iktibas edeyim diye kütüphanemi baştan aşağı gözden geçirdim, ama nafile. İsa Yusuf Alptekin’in “Doğu Türkistan Davası”nı daha lise öğrencisiyken okumuş, İstanbul’a yerleştiğimde onun adı verilen el kadar parkı görünce derin bir üzüntüye kapılmış, “Koca bir yurdun beyini şuncacık yere hapsetmişiz” diye geçirmiştim içimden. Belki tersi de düşünülebilirdi: vatansız bir adamı buradan daha iyi ne anlatabilirdi ki! İsa Yusuf Bey ve arkadaşları Kızıl Çin Ordusu Doğu Türkistan’ı işgal ettiğinde yurtlarını terk etmek zorunda kalmış, meşakkatli bir yolculuğa çıkmışlardı. Kızıl Çin güçleri grubu tam Himalayalar’ı aşıp Pakistan’a geçecekleri sırada kuşatmış, kafilenin koruma birliği başkanı, onlara zaman kazandırmak için kendini feda etmişti.
Nihayet Pakistan’a geçilmiş, İsa Yusuf Bey Türkiye tarafından vatandaşlığa kabul edilmiş ve 1952’de Türklüğün batı ucundaki tek özgür yurda gelmiş, bu tarihten vefat ettiği 1995 yılına kadar bütün ömrünü Doğu Türkistan davasını savunmayı sürdürmüştür. Türkiye’nin içinde bulunduğu şartların farkındaydı İsa Yusuf Alptekin; bu yüzden başımıza bir iş açılmaması için elinden geleni yapmış, daha çok büyük ve etkili devletlerin liderlerine mektuplar yazarak onları harekete geçirmeye çalışmıştır. Yine de bir ukde vardı içinde: İstemişti ki, Doğu Türkistan’ın hürlüğü batıdaki Türklerin elinden olsun…
Lise yıllarımdayken okuduğum İsa Yusuf Alptekin’in “Doğu Türkistan Davası”, özellikle Türklere yapılan zulümlerin anlatıldığı bölümleriyle beni sarsmıştı. Dağlarla çevrili küçük bir Anadolu kasabasında, hayal bile edemeyeceğim o uzak yurttaki insanları düşünüyor, maruz kaldıkları işkenceleri iliklerime kadar hissediyordum. Çıplak ayakla ateşin üzerinde yürütülüyorlar, bilinmez yerlere götürülüyorlar, öldürülüyorlar, yok ediliyorlardı. Gençtim, bir insan topluluğunun bir başka insan topluluğuna böyle büyük acılar çektirmesinin sebebini gerçekten de anlamakta güçlük çekiyordum.
İstanbul’da, Sultanahmet meydanının bitimindeki o küçük parkta İsa Bey’in ismiyle karşılaşınca, o yıllarda hissettiğim dehşeti bir kez daha hatırladım. Artık büyümüş, Uygur kökenli arkadaşlar edinmiş, başka acılara, başka yurtsuzluklara tanık olmuş, tarihin anlamını bir parça da olsa kavramıştım. Çin’in, Rusya’nın, Amerika’nın ve Avrupa’nın büyük satranç oyununda Doğu Türkistan’ın olsa olsa bir hamle değeri vardı. Kimi zaman oyunun şartları gereği o taş ileri sürülüyor, her ileri sürüldüğünde de Çin taşın boynunu yere düşürüyordu. İsa Yusuf Bey oyunun da oyuncuların da farkındaydı. Yine de gücün hükmünün bir yere kadar süreceğine, doğudaki esir halkının bir gün mutlaka özgürlüğüne kavuşacağına inanıyordu…
Birkaç yıl önce Pekin’e gittiğimde, Hanlıklar döneminin meşhur “Yazlık Saray”ını gezerken bir de orada karşılaştım Uygur Türkleriyle. Çinli sanatçıların eserlerini sergiledikleri reyonların arasına, yüksek Çin kültürünün kıyısına iliştirilmiş çalgılı çengili bir topluluk olarak. Daha karşılaşır karşılaşmaz, hepsinin bir madunlaştırma projesi olduğunu anlamak mümkündü. Çin yönetimi, Yazlık Sarayı gezenlere şu Uygur Türklerinin nasıl da kaba bir halk olduğunu göstermek için adeta onlardan bazılarını açık alanda esirleştirmiş, bir tiyatroyu oynamaya mecbur bırakmıştı. Sadece şarkı söyleyip oynamak istiyor, konuşmaya asla yanaşmıyorlardı.
Pekin kitap fuarındaki Uygur reyonunda çalışanlar da onlardan farklı değillerdi. Sorulan her sorudan kuşkulanıyor, onlar da soru işaretleriyle size bakıyorlardı. Uygurların milli alfabeleri Arap alfabesiyledir. O gün raflara dizilen çoğu çocuklar için hazırlanmış kitapları anlayabildiğim kadarıyla çözmeye çalıştım. Özellikle Nasreddin Hoca kitapları sayıca diğerlerinden fazlaydı. Hoca Nasreddin boş durmamış, Çin’in sadece bedene değil zihne de yönelen istilasına karşı Uygur çocuklarını korumaya gitmişti belli ki. Onun fıkralarının yazılıp çizildiği kitaplardan birkaç tane aldım. Ben hala İsa Alptekin’i İstanbul’a getiren, Hoca Nasrettin’i Urumçi’ye, Kaşgar’a, Yarkent’e gönderen Türklük sırrına ısrarla inanıyorum!..