Zaman içinde kaybolmuş samimiyet

Ev buluşmaları nerde, nasıl, ne zaman kayboldu? Annem de çalışan bir kadındı, mesaisi sabah yedi ile üç arasındaydı. Rahmetli babam okulda, bir hafta sabahçı bir hafta öğlenciydi. En geç altıda evde oluyordu. Ev, şehrin eski mahallelerinde iki katlı müstakil bir bina, zemin katta rahmetli dayım, üst katta biz oturuyorduk. Elli altı metre kare bir daire, iki oda bir mutfak. İçinde annem, rahmetli babam, ablam, ben, bir de ben biraz büyüyünceye kadar bakıcımız yaşıyorduk. Stüdyo kadar bir evde bu kadar kalabalık nasıl yaşıyor derseniz, herkes aşağı yukarı aynı durumda yaşıyordu zaten.
Saraybosna’nın sonbaharları ve kışları oldukça sert. O zamanlar daha da sert oluyordu. Eksi on beş, yirmi, otuza kadar düşüyordu sıcaklık. Oturma ve yatak odasında birer kömür sobası, diğer evlerde mutfaklarda da birer kömür fırını vardı, bizde bir sebepten yoktu… Her sabah sobayı temizlemek, yakmak, kömür getirmek rahmetli babamın göreviydi. Annem iş yeri uzak diye evden daha erken çıkıyordu. Minibüs, tramvay, daha sonra arabası oldu, çok geçmedi, ülkemizde yakıt krizi nedeniyle gün aşırı araba kullanma hakkı verildi. Annem tekrar iş yerine toplu taşımayla gitmeye başladı. Biz de okula yürüyerek gidiyorduk. Bir buçuk kilometre ne ki…
Hemen her akşam misafirimiz olurdu o kış gecelerinde. Ya komşu ya akraba ya da ebeveynlerimin dostlarından. Veya biz onlardan birine gidiyorduk. Ailenin çocuğu kapıya gelir, annem sizi oturmaya davet ediyor veya müsait misiniz, gelelim diye sorardı. Evi toparlamak için, hazırlıklar yapmak için bir, bir buçuk saat ya var ya yok. Cevap her zaman tabii ki “evet”ti… (Her seferinde samimi bir güler yüz olmayabilirdi, fakat en azından yapmacık da olsa, asık suratla kimsenin önüne çıkılmazdı.)
Oturma odasında büyükler oturuyor, biz çocuklar ya yatak odasında, ya da mutfakta oynuyorduk. Büyüklerin sözüne karışmak yok. İkram gelince (biz içram olarak telaffuz ediyoruz) hepimiz oturma odasına geçip annelerimizin gözlerinin içine bakıyorduk. Anne olumlu bir şekilde göz kırptı mı, sunulan ikramlardan almamız mümkündü. Surat asma, sevmem, yemem demek de yasaktı. Eve gelince saatlerce süren edeb dersi… Senden beklemezdim falan… canın sunulan ikramı istemiyorsa, kaç git oyuna dal. Kalabalıkta kimse yokluğunu fark edemez. Fakat evin hanımı (annem de olsa, misafirliğe gittiğimiz evin hanımı da olsa) ikram sonrası bulaşıkları toplamaya başlayınca, yokluğun annen tarafından fark edilir. Bulaşık makineleri pek yoktu o zamanlarda. Birimiz yıkar, birimiz durular, birimiz de yerine yerleştirirdik.
İkramda ne vardı: kışın fırında kabuklu patates, yanında beyaz peynir, isli et, ayvar sosu, krema. Veya poğaça. Arkasında, tatlı: hurmacik (kalbura bastı gibi bir tatlı), tulumba veya tel kadayıf. Elma tatlısı da oluyordu, bizim bahçede bol elma ağacı vardı. Yazın da kızarmış hamur, lor, krema, kaymak, domates, salatalık. Misafirler eve gelir gelmez şerbet ikram edilirdi. Vişne, frambuaz, gül veya üzüm şerbeti. Küçük cam veya kristal bardaklarda. Normal cam olursa da en azından yaldızlısı tercih edilir. Yanında, çocuk oyuncağı gibi küçük cam tabaklarda (varlıklı evlerde kristal reçel tabakları vardı) vişne veya gül reçeli, ayva reçeli, farklı farklı şekillerde kesilmiş çıtır bal kabağı, soyulmuş erik reçeli…
Alttaki tabağa gümüş kaplı, işlenmiş küçücük reçel kaşıkları konurdu. Her evde bu takımlar vardı, ne kadar misafir gelirse gelsin, yeteri kadar olurdu. Hepsi savatlı bakır tepsi üstüne serilmiş, pürüzsüz bir şekilde ütülenmiş, oyalı veya nakışlı örtü üzerine konulurdu. Mazaallah, kırmızı reçel veya şerbetten bir damla dökülürse, yetmiş yedi suda yıkasan leke gitmez. Şükür ablam benden daha becerikli ve dikkatli olduğundan, bu şerbet reçeli ikram etmek hep ablamın göreviydi. Ardından bakır cezvede kahve ikramı. Bu arada fırındaki patates kızarıyor, annem peynirleri, kuru etleri önceden kesip tabağa dizmiş, ayrı bir tabağa turşu, sonra da tatlı… Annem konuşmadan, kaş göz işaretleriyle ne yapmamız gerektiğini söylerdi bize. Büyükler sohbet ederken, biz çocuklar da oyun oynardık. Kör ebe, kovalamaca gibi oyunlarımız vardı, bir kere ebe oldum mu, gece boyunca ebe olmaktan kurtulamazdım; dolayısıyla benim tercihim her zaman oturarak oynamaktı; mesela İsim Şehir oynardık (bir harf belirleyip, o harfle başlayan şehir, ülke, nehir, dağ, bitki, hayvan, eşya, özel isim bulmak).
Hafta sonları biz çocuklar için adeta bayram gibiydi. Ya kuzenler bize gelip yatıya kalıyordu, ya biz kuzenlerde. Küçük halamın evinde benim puanlı kupam ve yumurta sahanım vardı, kuzenlerim büyüyünceye kadar bu desene ‘Minka deseni’ diyorlardı. (Bana Minka diye hitap ederlerdi). Bizde bu kuzenlik sadece kan bağı olduğumuz kişilerle bitmiyordu. Kuzenlerimizin sokak arkadaşlarıyla da kuzen diye birbirimize hitap ediyorduk. (Hatta birkaç gün evvel kuzenimin kapı komşusuyla karşılaştım: Aaaa, naber kuzen diye bağırdık. Orada bulunan ortak bir tanıdık şaşkınlıkla nasıl akraba olduğumuzu merak etmiş, ikimiz de, aynı anda, kuzenimin kapı komşusu/kapı komşumun kuzeni diye cevap verdik). Hafta sonu günü birlik ya annemin ya da babamın ailesiyle birlikte oluyorduk. Ya bizim evde, ya onların evlerinde. Çocuklar bir yana, evimize şehir dışından da misafirler yatıya gelirdi. Elli altı metre kare evde, yerlere yataklar serilerek yatılırdı.
Sonra, evlerimizi büyütmeye başladık. Sonra, oturmaya gelen misafirler için ikramlar o kadar sade ve o kadar zarif olmamaya başladı. Sonra birbirimize oturmaya giderken, hep biraz daha pahalı, biraz daha değerli hediyeler götürmeye başladık. Artık bir şişe şerbet, çocuklara bir çikolata kurtarmaz oldu. Çiçek demetleri, çikolatalar, gerekli gereksiz eşyalar, üstümde kalmasın mantığıyla… Görüşmeler, sohbetler azaldı. Ehliyet alıncaya kadar arabalarımızla okula bıraktığımız çocukları artık ‘annem sizi akşam oturmaya davet ediyor’ veya ‘müsait misiniz, gelelim’ diye gönderemiyoruz. Çocuklarımız artık komşularımızı tanımıyor, sokakta arkadaşları olmuyor, akrabaların evini bilmiyor. Herkesin cep telefonu var ama ne arayıp ne davet ediyoruz eski dostları, akrabaları, komşuları. Yılda bir (sırtımızda yük gördüğümüzden) bir restorana topluca davet ediyor, herkese “merhaba, hoş geldiniz” deyinceye kadar gecemiz bitiyor… Yüz küsür metre kareli evimize bir kişi yatıya geldi mi ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Sohbetler kalmadı artık. Fikir alışverişi, dertleşme de ne demek? Veya hep birlikte sessizlikte oturma. Yahut birinin akordeon ya da gitar eşliğinde gecenin geç saatine kadar sevdalinka seslendirmesi… çıplak sesle de olur. Sade ve samimi.
Gençliğimi mi özlüyorum, zaman içinde kaybolmuş samimiyeti mi?
Fırında kabuklu patates burnumda tütüyor. “Hadi kahve yap, akşama geliyoruz” diyecek bir ses de.