Bütün dillerde en çok kullanılan çığlık gündelik hayatımızın bir parçası oldu çoktandır. “Bırakma Beni!” Ayrılığın eşiğine gelmiş âşıklara yakıştırabileceğimiz iki kelimeyi şehrin her tarafında karşımıza çıkan çocukların bakışlarında, ses tonlarında okuyoruz. Sadece metro istasyonlarında, dört yol ağızlarında, meydanlarda, kafe önlerinde karşılaşmıyoruz onlarla artık. Her yerdeler ve ne yazık ki bu her yerdelik hiçbir yerde olmayla aynı anlama geliyor. Ellerinden alınan çocukluklarını arıyorlar, kalabalığa karışan bin türlü dille.
“Bırakma Beni!” Aida Begiç de Suriyeli savaş yetimlerini konu aldığı filmine bu başlığı seçmiş. Önceleri “Yetim” diye geçiyordu başlık. Türkiye’de çekiliyor olması, filmin çekilme aşamalarını takibi kolaylaştırıyordu.
Begiç sadece yönetmen olarak değil bir insan, bir kadın, bir Müslüman olarak da çok sevip saydığım bir kişilik. Kendisiyle 2012’de Saraybosna’da yaptığım röportajı takdim ederken, onda Aliya’nın gençlere ilişkin umutlarının tecessüm ettiğine dair ifadeler kullanmıştım. Bilinçli ve dünyayı çok iyi anlamlandırıp okuyan bir entelektüel, bir sanatçı Begiç. Bir savaş çocuğu olmanın düşünceleriyle kucaklıyor dünyayı. Büyük bir acıyla, kanamayı sürdüren yaralarla, sürekli kışkırtılan öfke sebepleriyle insan nasıl olağan hayatını sürdürebilir? “Kar” (2008) ve “Çocuklar” (2012) filmlerinde, büyük katliamlara sahne olmuş Bosna Savaşı’nın toplumsal etkilerini büyük bir ustalıkla anlattı seyircilerine.
Begiç’in üçüncü uzun metraj filmini sinemasına ilgi duyan herkes gibi merakla bekliyordum. Beşir Derneği’nin Perşembe akşamı gerçekleştirdiği galada izledim filmi. Bir yardım derneğinin başarılı bir yönetmene böylesine hayırlı bir konuda destek vermesi gerçekten kıymetli. Gösterimden önce sahneye yansıtılan televizyon röportajında Begiç, bu filmi bütün filmlerinden daha önemli bulduğunu ifade etti. Henüz kanamakta olan bir yarayı konu alıyor film ve geçtiği mekanlar da yönetmeni açısından daha fazla bir tanımayı gerektiriyor olabilir. Filmde kendini hissettiren bağlantı kopuklukları bir seçimin eseri de olabilir. Ancak “Yetim”, seyirciyi filmin dünyasına çekme konusunda Begiç’in ilk iki filmine göre daha zayıf geldi bana. Bunun başlıca sebebi, senaryonun ilk filmlerinde olduğu gibi kendisine çarpan değil aktarılan hikayelerle hazırlanmasıdır muhtemelen.
Her zaman olduğu gibi diyaloglar konusunda bir hayli başarılı Begiç. Gerçek kişiler olan oyuncular da filmin hissettirdiği belgesel havasını güçlendiriyor. Kahramanlar idealize edilmiyor. Mesela filmin başında annesinin cenaze merasiminde gördüğümüz İsa, diğer çocuklardan yaşça büyük ve sebebini bilmediğimiz bir borcu ödemek zorunda, racon kesen, Mehmet Usta’nın başarıyla canlandırdığı adama. Yurdunu yitirenin yurtlanması hiç kolay olmuyor. Bu çocuklara dernekler sahip çıkıyor, evlerde nispeten iyi şartlarda kalıyorlar, Suriyeli “anne” konumunda görevli kadınlar eşliğinde. Ama hep gitmek istiyorlar, akılları hep savaş şartlarında yitirdikleri anne ve babalarına ilişkin sebeplerle başka bir yerde, başka bir hayatta. Ara yerdeki yurt oluşturduğu güven ortamına rağmen çocuklara yetmiyor; film boyunca bunu hissediyorsunuz ve bence filmin asıl başarısı bu yetmezlik üzerine düşündürmesi. Neticede okuldan kaçıp Balıklıgöl ortamında kağıt mendil satmaya başlıyor İsa ve kendisine özenen, aynı evde kaldığı daha küçük yaşta öğrencileri de “başlatan kişi” olarak sürekli uyarıyor: “Unutmayın, benim için çalışıyorsunuz.”
Bir çocuğu gece karanlığında göle atlayıp kaybolmaya sevk eden nasıl bir yalnızlık hissidir… Yaşanan acıların, büyük kayıpların ve ağır yorgunlukların sesleri çocuk rüyalarında sürüyor. Usame’nin ölümünü sadece Balıklıgöl çevresinde şarkı söyleyerek para kazanan genç bir kız fark ediyor o saatte ama çocuğu kurtarmayı başaramıyor. Diğer çocuklardan yaşça daha büyük olan bu kız, göl çevresindeki kazanç ortamında tutunmak için bir erkek kadar saldırgan davranışlar sergiliyor. Çocuklukla genç kızlık arasında bir yaşta görünen kızın mülteci çocuklara yönelik buyurgan hal ve hareketleri düşündürücü. Orada bir “pay” kavgası var ve kız kendi sınırlarına dönük herhangi bir sızmaya aşırı tepki gösteriyor; muhtemelen sonrasını kestiremediği için. Bununla birlikte çocukları o mücadele alanında bir muhatap olarak gördüğü de söylenebilir.
“Çocuklar”da olduğu gibi “Beni Bırakma”da da çocuklar arasındaki diyaloglar, zaman ve mekanın özellikleriyle bütünleşecek şekilde çok başarılı. Mekânlar iyi seçilmiş, ışık ve görüntüler güzel. Dramlar öylesine ağır ki eksik kalan parçaları tamamlamayı yönetmen seyircinin çabasına bırakmayı yeğlemiş. Gelgelelim filmi oluşturan hikayelerin kopukluğunda dağılıyor zihnimiz ve eksik gibi gelene cevap ararken bir sonraki sahneye yetişmekte zorlanıyoruz. Tek tek iç paralayıcı olabilecek hikayeler kendi içinde derinleşemediği için bağlantıların sağlayacağı etkiyi yeterince veremiyor. Begiç elbette savaş sonrası travmalarını çok doğru anlayıp aktaran bir yönetmen. Ancak belki bu film bir taleple gerçekleştiği ve bu nedenle kısmen de olsa bağımlı çalışıldığı için henüz tamamlanmamış olduğu hissi içinde ayrıldım salondan.
Belki de beklentilerimi yüksek tutmuştum; gözlerimizin önünde akıp giden ancak dokunamama yüzünden kaybolmaya başlayan yakıcı olayları sinema perdesi bambaşka açıdan göstermeliydi. Göstermedi değil elbette. Çocuk, bir yaşlı gibi davranması beklense de en zor şartlarda bile çocukluğunu sürdürüyor.
Filmden bana kalan düşüncelerden biri şu oldu: “Bırakma beni” diye çağrılacak insanlar gibi mi yaşıyoruz acaba? Umut duyabilmek, umut duyuran bir çabanın içinde olmakla mümkün. Karanlıkta kendini göle bırakan Usame’yi hayattan vazgeçiren olaylar hemen burada yaşanıyor, az ötemizde. Mendil satan çocukları yanımıza yaklaştırıyor muyuz?
Bir Aida Begiç filmi her zaman insan olmanın anlamı ve sorumluluğu üzerine düşündürür seyircisini. O filmi izledikten sonra zihin ve hayat konforunuzun sarsıntılarını yaşarsınız. Böyle olmamalıydı, ama daha farklı nasıl yapılabilir ve ne gelir benim elimden?