İki günden beridir bu yazıyı kaleme almak için mücadele veriyorum. Kendimi inanılmaz derecede yorgun ve düşük modda hissediyorum. Hadiselerin seyri bende ne can, ne de derman bıraktı. Dünyadaki şu zulüm, bilhassa ülkem Suriye’nin içler acısı hâli karşısında suâller beynime hücum edip duruyor.
Bir adam koltuğunu koruyacak diye koca bir ülke böylesine darmadağın olmayı hak ediyor mu?
Sırf bu yüzden 11 milyon kişiyi evinden barkından etmeye; 1 milyonu aşkın can kaybına; adamları, kadınları ve çocukları zindanlara tıkıp işkenceler içinde bırakmaya değer mi?
Beşşar Esed ve babası gibi İsrail’in 40 yıldır sınır muhafızlığını yapan, buna mukabil kendi halkını cehalet, fakirlik ve korku içinde bırakıp kıt kanaat geçinmeye mecbur eden idareciler alaşağı edilmeye fazlasıyla layıktır. Ülkesine ait kaynakları sömürgecilere peşkeş çekip kendi halkını düşünmeyen iktidar sahipleri yüzünden Arap ve İslam dünyası bakın, dışardan nasıl görülmektedir?
500 BİN ÇOCUK KİMİN UMURUNDA?
ABD’nin Dışişleri eski Bakanı Madeleine Allbright’a bir basın mensubu sorar: ‘Irak’ı işgal ettiniz ve bu yüzden orada 500 bin çocuk hayatını kaybetti. Sizce buna değer miydi?’
İşte size Albright’ın cevabı: ‘İşgal sayesinde elde ettiklerimiz düşünülürse elbette buna değer.’
Evet, onların gözündeki yerimiz bu. Ne hayatlarımız, ne ülkelerimiz, ne evimiz barkımız, ne çektiğimiz acılar, ne yaşadığımız bunca yıkım… Hiçbiri onlar için bir şey ifade etmiyor. Onlar açısından biz neyiz peki? Sadece yitip duran rakamlar… Satranç tahtasında feda edilmeye hazır taşlar/piyonlar…
HALKIM HER ŞEYİNİ YİTİRDİ
Ağır bir umutsuzluk içindeyim. Çünkü Suriye halkı, benim halkım her şeyini yitirmiş durumda. Bölünmüş bir ülkede, bir acıdan diğerine sürgün giden, bir trajediden diğerine savrulanlar kümesiyiz hepimiz. Çünkü ‘düveli muazzama’ bir kâtilin oturduğu koltuktan kalkmasını istemiyor. Kendi menfaatlerine hizmet ettiği için… İsrail’in bekasına ve menfaatlerine hizmet ettiği için…
Ağır bir umutsuzluk içindeyim. Çünkü Suriye’den kaçamayıp orada mahsur kalan biçarelerin korku ve endişe içerisinde hayata tutunma savaşı verdiğini görüyorum. Çekilen onca cefanın üstüne maişet kaygısı, bozuk ekonomi ve doların tırmanışıyla her şey daha da kötüye gidiyor. Başkent Şam’da 15 yaşındaki genç bir kız evladımız açlık yüzünden (evet, açlık) canına kıyıyor.
Ağır bir umutsuzluk içindeyim. Çünkü Arap olmakla övünen kardeş ülkeler bizi ilk sırtımızdan hançerleyenler oldu. Bizi ilk onlar sattılar. Rüyalarımızı, umutlarımızı darmadağın ettiler. İlkin muhaliflere silah yardımı yaparak güya bizden görünüp kontrolü ele geçirdiler. Daha sonra tek kurşun bile sıkmadan birçok bölgeyi Esed rejimine hediye ettiler. Yollara düştüğümüzde kapıları suratımıza ilk kapatanlar da yine bu ülkeler oldu. Bir şekilde kapağı oralara atmış Suriyelilere olmadık eziyetleri yapanlar da yine onlardı.
BÜTÜN DÜNYA ÜSTÜMÜZE ÇULLANDI
Ağır bir umutsuzluk içindeyim. Çünkü Suriyeli bile değiliz artık. Sadece mülteciyiz. Sosyal medyada hâli keyfi yerinde olanların oyuncağı olduk. Zaten yaralıyken; ülkemizin, evimizin hasretini bağrımızda bir ok gibi taşıyorken bir de diğer ülke vatandaşlarının “istemezük” dediği sığıntılar hâline geldik. Esed, Rusya ve İran tarafından vurulmamız yetmedi, bütün dünya insafsızca üstümüze çullandı. Toprağımızın çalındığı yetmedi, insanlığımız ve şerefimiz de beş paralık edildi.
Ağır bir umutsuzluk içindeyim. Çünkü İdlib’de zeytin ağaçlarının gölgesine sığınmış aileleri görüyorum. Açık arazideler, üstlerinde bir dam yok. Esed’in ve Putin’in ölüm kusan silahlarından kaçmaya çalışıyorlar. Çocukların gözlerinde korku var. Çocukların benizleri sapsarı, belli ki açlar. Mevsim güze döndü, çocuklar üşüyor. Önlerinde çetin mi çetin geçecek bir kış. Kimse görmüyor, kimse duymuyor, kimse umursamıyor. Bense ne yapacağımı bilemiyorum. Dört dönüyorum, uyuyamıyorum. Acıdan, kederden uyku tutmuyor.
Ağır bir umutsuzluk içindeyim. Çünkü işittim ki katil Beşşar’ın adamları Suriye meselesini ve mültecileri konuşmak için İstanbul’a geliyormuş. Barış adına kim konuşacak? Halkımı zindanlara atıp işkencelere doymayanlar; çocuklarımızı koyun boğazlar gibi bıçaklarla boğazlayanlar; Sarin gazıyla, varil bombalarıyla kundaktaki bebeleri yakanlar mı?
Biz bunları hak edecek ne yaptık? Özgürce, insana yakışır bir hayattan ve adaletten başka ne istedik? Ne çok şey istemişiz ki, bütün dünya bize karşı bilendi, en zıt kutuplar bile bize karşı bir araya geldi?
KÜRESEL SİSTEME İLK İTİRAZ
Ağır bir umutsuzluk içindeyim. Çünkü halkımın toparlanıp bir araya gelebileceğine dair inancım kalmadı. Halkımı yitirdim. Ülkemi yitirdim.
Ağır bir umutsuzluk içindeyim. Çünkü yıkıldım, artık bir viraneyim. İnsana dair umudum yok. Elbette Allah’a dair umudumsa hep baki. Allah Resulü’nün (sav) şu hadisini dilime vird eyledim:
“Ahirette cehennemlik olanlara dünyadaki onca nimetten, geçirdikleri onca keyifli vakitten sorulur. Denir ki: Ey Âdemoğlu! Hiç iyi vakit görmüşlüğün var mı? Hiç nimet tatmışlığın olmadı mı? Derler ki: Sana yemin olsun hayır Ya Rabbi! Bir şey görmüş değiliz. Sıra dünyada onca zorluk görmüş cennetliklere gelir. Onlara denir ki: Ey Âddemoğlu! Hiç zorluk çektin mi? Hiç meşakkat görmüşlüğün oldu mu? Derler ki: Sana yemin olsun hayır Ya Rabbi! Ne bir zorluk çektik, ne de meşakkat gördük.”
Cennette geçecek tek bir an bile dünyadaki bütün zorlukları unutturmaya yeter. Cehennemde geçecek tek bir an bile dünyadaki bütün keyifli vakitleri unutturmaya kâfi.
YİNE DE KAZANAN BİZİZ
Biz Esed rejimine karşı durmakla doğru olanı yaptık. Bütün dünyayı karşımıza alma cesaretini gösterdik. Küresel sistemin çarkına ilk taşı koyduk. Bu bir kayıp değil, bir başlangıçtır. Özgürlüğün, adaletin elbette bir bedeli var. Bu bedeli ödeyenlerin kazancı, ödedikleri nispette büyük olacaktır.
Zafer gününü illa ki bizim görmemiz gerekmiyor. Biz görevimiz neyse onu yapmakla mükellefiz. Nitekim susmadık, korkuyu görüp tarafsızlık ilan etmedik. Asıl tehlike direnişe katılmak değil, susup sıranın sana gelmesini beklemektir. Kalleş rejim gibi davranıp zayıfları ezmedik. Güç elimize geçince onlar gibi zulmetmedik.
En önemlisi ne mi?
Direnişe katılmak bize şu dünyada bir yer tuttuğumuzu öğretti.
Harika şeyler yapabileceğimizi…
Şu dünyadan göçüp gittiğimizde geriye destansı hikâyeler bırakabilme cesaretini…
Ve diriliş günü Allah’ın huzuruna varınca,
“Ya Rabbi! Senin rızanı kazanmak için işte bunu yaptım” diyebilmeyi…