Yorgun kelimeler

Aşk: İlk kez aşka düşen biri kendisine ne olduğunu anlayamaz hale gelir ve elden ayaktan kesilir. İştahtan da kesilir. Hiç hesapta olmayan bir tufan bütün vücudunu sarsmış, hissettiklerini saklayamaz hale getirmiştir. Aşka düşen, düştüğü yerin üstünü örtmeye çalıştıkça acemileşir, sayısız sakarlık yapmaya başlar ve kendisini iyice belli eder. Tuhaf bir biçimde dünya bir an içine sığılamayacak kadar küçülmekte, bir başka an ise ‘kimsesiz ben’i küçük bir noktadan ibaret bırakmaktadır. Bazen gidilecek hiçbir yer yoktur, bazen her yol ağzı bir kurtuluş davetiyesidir. Umut ve umutsuzluk bir şölen havasında çarpışır durur; gün bir terazi dili gibi kâh iyimserliğin kâh kötümserliğin kefesinden yana devrilir. Yine de kişi, vakti gelince, içinden ne zaman çıkacağını bilemediği bu ateş denizinin kıyısında bulur kendini; dünya çözülür, beden gevşer, nesneler imgelerinden soyunur, bakışlar normalleşir. Bu tekrarı pek de mümkün olmayan deneyimden geriye bir tek sözcük kalır: Aşk. Artık içinde kimsenin yanmadığı bir sözcüktür o; şairler için iyi bir sembol, şarkıcılar için çekici bir nakarat, romancılar için müşterisi bol bir kavram, mistik yol kılavuzları için ilahi bir nağme, insan ilişkilerinde bir dedikodu malzemesi. Sonunda “aşk” kelimesi öyle çok yıpranır ki, onu kullanan âşık olamaz hale gelir…

Hüzün: İnsanla dünya arasında hiçbir aracının kalmadığı çok hususi anlar vardır; yüzün dünyadan çekildiği anlar. Simamızın bu yurtsuz düşmüş haline ‘hüzün’ deriz. Hüzünlüler öyle ağır bir dalgınlık tarafından teslim alınmışlardır ki, onlara bakınca en neşeli halimizde bile birden etraflarına açtıkları boşluğun içine düşüveririz. Hüzünlü bir yüz, yaşarken gözlerimize iliştirilen en güçlü davetiyedir. Ancak bu davetiyede ne davet edenin ne de davet edilenin mutabık kalabileceği bir adres vardır. Hüznün sahibi de bilmez muhatabını çağırdığı yerin neresi olduğunu. Aslında gerçek bir hüzün, bir muhatabı olduğundan da habersizdir. Savaş sırasında mola verilmiş cephe askerlerinden biri, dinlenirken, hiç farkında olmadan gözleri yeryüzünü mühürleyen iki boşluk damgasına dönüşmüştür; orta yaşlı bir kadın, bir yaz öğleninde pencereden bakarken, kenti bakışlarında kıpırdayamaz hale getirmiştir; bir ölünün yakını, mezarlığı kirpiklerine uzatmıştır; bir adam göçmen kuşlara bakarken, gökyüzünü bir süreliğine alnına taşımıştır. Belli ki hüzün, hüzünden bahsedenlerin değil, hüzne düşenlerin ülkesidir. Bu yüzden, ondan sıkça bahsedenlerin yüzlerine baktığımızda, bir gösteri şeytanının maskesiyle karşılaşırız…

Yalnızlık: Daha çocukken, büyüklerimizin şöyle dediklerini duyarız: “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” Bu, yalnızlıkla aramızdaki yolları kapatan bir söz değil, onun nasıl ağır bir yük olduğunu ima eden bir uyarıdır. Sonunda kader her insanı bir gün yalnızlığıyla da tanıştırır! Çoğu yalnızlıklar zararsızdır; zaruretten ötürü uğradığımız bir komşuda oturur gibi otururuz onunla; misafirliğimizi kısa tutar, bildik hayatımıza geri döneriz. Oysa gerçek yalnızlar, ruhları tamir edilemez bir tahribata uğradığı için öyle kolay kolay eve dönemezler. Onları bir meyhanede şarkı dinlerken izlemeyen biri, ellerindeki bardağı dudaklarına götürmeyi bile unutan şu sıradışı yıkılmışlar hakkında ne söyleyebilir ki? Bakışlarındaki hüzün bir anlık değil, ebedidir ve bu ebedi hüzün bir yalnızlığın bütün çağrışımlarına açıktır. Orada, o havada bir süreliğine donmuş ele bakarken, kaderin mutsuz insanların üzerine döktüğü yağmurla sırılsıklam oluruz. Ama başka bir sahnesi daha vardır büyük yalnızların; vakit aralarında tenha camilerde bütün uzuvlarıyla kendini Tanrı’nın rahmetine bırakmış olarak da karşılaşırız onlarla. İki açık el yine havada donup kalmıştır; sahibi başka türden bir sarhoşluk içindedir ve vücudu dünyadan kurtulup bir rahmet bulutuna dönüşsün istemektedir. Bu, yalnızlığın ak kapısıdır. Yalnızlık hakkında çok konuşanlar, onun ne ak ne de kara kapısını hiç aralamamış olanlardır…

Ayrılık: İnsanların çoğu bir ayrılık korkusuyla yaşar. O gün gelip çatmasın, o kilidin dili dönmesin diye de kendilerince pek çok fedakârlık yaparlar. Belki de böyle davranmalarının asıl sebebi, dünyadaki her ayrılığın, dünyadan ayrılığın bir temsili olmasıdır. Dahası, bir ayrılık planlanabilir ama ayrılıktan sonrası öyle kolay planlanamaz. En iyisi şu fedakârlık perhizine bir süre daha devam etmektir. Ama sonunda iki ayrılıktan ilki pek çoğumuzun, ikincisi ise hepimizin başına gelir. Ölürüz. Ağırlığı altında ezilmekten korktuğumuz için, aslında hep bir ayrılık yaşadığımızı aklımıza getirmek istemeyiz. ‘An’lar ardı ardınca bize veda ederler, saatler ve takvim yaprakları da öyle. Aldığımız her yaş, bir yıllık ayrılıklarımızın toplamından ibarettir. İnsan yaşlandıkça ayrılacak anları öylesine azalır, öylesine azalır ki, telaşlanmaktan kendini alamaz. Ve tuhaf bir biçimde kum saati boşaldıkça daha hızlı akmaya başlar. Kişi, irili ufaklı her türden ayrılığı yeni baştan yaşamaya razıdır, yeter ki şu kum saati bir kez daha tersine çevrilsin. Oysa ayrılık kendini tekrar etmez! Kendini tekrar eden, ayrılık türküleridir…