Hayır, hayır; ne felsefi bir yolculuktan bahsediyorum, ne de tasavvuf erbabının bıkıp usanmadan anlattığı manevi yolculuktan. Diyelim günlerden pazar, sabahleyin kalkıp sessizce sırt çantanızı hazırlıyorsunuz. Neler konulabilir bir sırt çantasına: Birkaç çamaşır, birkaç gömlek, pantolon ve her ihtimale karşı kalın bir kazak, bir mont. Okumaya fırsat bulamadığınız edebiyat dergileri, bir iki kitap. Şarj cihazı ve iPad. Arabanıza binmeden önce, köşedeki gazete bayiinden birkaç gazete. Sonra arabanıza doğru yürüyorsunuz; şehir daha şimdiden uzaklaşmaya başlamış sizden. Parkta oturanlar uzaklaşmaya başlamış, yoldan geçen vasıtalar uzaklaşmaya başlamış. Bütün yolculuklardan önce olur: İçinizde bir daha geri dönemeyecekmişsiniz gibi bir duygu. Sırf bu duygu bile sizi biraz alınganlaştırmış. Gideceğinizi hiç kimseye söylemiyorsunuz, bu bile bir yük artık. Sessiz sedasız yola çıkmak istiyorsunuz. Hava biraz bulutlu; belki yağmur yağacak, silecekleri çalıştıracaksınız. Ki yağmur, yalnız giden yolcuların yol arkadaşıdır; ruhunuzdan geçmeden toprağa düşmez. Arabanın kontağını çevirirken, göz ucuyla bulutlara bakıyorsunuz. Keşke biraz daha toplaşsalar, yükleri artsa, arkanızdan gelip yakalasalar. İşte ayağınız gaz pedalına dokunuyor…
Siz ne mistik ne de felsefi bir yolun yolcususunuz. Bir güz daha başlarken, can sıkıntısından, ağırlaşmış bir kafadan, şehrin hiç susmak bilmeyen seslerinden, ışıklarından, yıldızsız göğünden bir süreliğine uzaklaşmak istiyorsunuz o kadar. Bir arabanız var, bir sırt çantanız ve önünüzde siz gittikçe sağı solu gösteren pek çok tabela. Çok uzağa gidemeyeceğinizi de biliyorsunuz üstelik; uzağa gitmeniz pek çok sebepten ötürü mümkün değil. Yarım günü geçmeyen bir yolculuk hepi topu; gidip bir kasabada konaklayabilirsiniz, orman içine saklanmış bir kaplıcada birkaç gün misafir olabilirsiniz. Buna henüz karar vermediniz. Bu büyük şehirden kurtulmak öyle kolay da değil. Semtleri gösteren tabelaların sonu gelmiyor. Bir an şehrin sonu gelmeyecekmiş, bu yolculuğa hiç başlayamayacakmışsınız gibi bir endişeye bile kapılıyorsunuz. Daha başlamadan bitmiş bir yolculuk! Bunu kimse istemez; çünkü döndükten sonra evinizde olgunlaşmamış bir yalnızlık karşılar sizi. Ne siz ona ne de o size hazır değildir henüz; başarısız bir ayrılık girişiminin ardından iki suçlu olarak bakıp durursunuz birbirinize. Aşk da böyledir; hemen geri koşunca, kalpte bir şey daha eksilir. Belli ki ayrılığın bir mayalanma süresi var…
Elbette mistik ve felsefi bir yolcu değilsiniz. Gayet dünyevi bir yolculuk bu ve bundan ötürü de bir suçluluk duymuyorsunuz. İçinizde bir derinleşme arzusu, hakikatleri kavrama ıstırabı yok. “Gitmek”, “kendinden gitmek”, “kendine gitmek”, “salik”, “seyr-i süluk” gibi kavramları aklınızın ucundan bile geçirmiyorsunuz. Mütevazı bir arabanın sürücü koltuğunda oturuyorsunuz; iki ayağınız var, yerine göre birini yerine göre diğerini kullanıyorsunuz pedallara basarken. İki eliniz var, bazen her ikisiyle birden bazen de yalnızca biriyle çeviriyorsunuz direksiyonu. Ve sürekli yola, tabelalara, arada bir de gökyüzündeki bulutlara bakıyorsunuz. Yağmur henüz düşmedi, içinize dert olan bu. Şehri artık geride bıraktığınız için, güzergâhınızdaki çıkışlardan birini seçmeniz gerekecek. İzmit’ten önce Karamürsel’e doğru sapabilirsiniz; Kandıra da olabilir. Ama eğer biraz daha devam ederseniz, Adapazarı’ndan Bilecik yönüne dönmeniz de mümkün. Belki bunlardan hiçbirini yapmaz, Bolu’ya doğru devam edersiniz. Yalnız Ankara’ya kadar gitmeyeceğinizi, Ankara’ya gidilmeyeceğini, Ankara’nın hiçbir biçimde çıktığınız yolun hedefi olmadığını biliyorsunuz. Kesinlikle Ankara’nın sınırlarına girmeden önce yoldan çıkacaksınız…
Bilecik tabelasından birkaç yüz metre sonra sağa dönerken, “Şimdi şehirde” diye geçiriyorsunuz içinden; “Şimdi şehirde pek çok insan ‘hakikat’ten, ‘salik’ten, ‘seyr-i süluk’tan bahsediyordur, kesin.” Ama siz çok dinlediniz onları; birkaç on yıl boyunca görünmez bir yolculuktan, görünmez bir yolcudan, görünmez bir yoldan bahsedip durdular. Gök kapılarını açmış, güzel bir yağmur başlamış, silecekleriniz çalışıyor, Alifuatpaşa’ya ve Bilecik’e kaç kilometre kaldığını gösteren bir tabela daha ilişiyor gözünüze. Buradan gençken de geçmiştiniz; hem de pek çok kez. O zaman bir otomobiliniz yoktu, böyle ağır bir başınız yoktu, hakikat söylevcileriniz yoktu. Uzun yollardan emekliye ayrılmış bir kasaba otobüsünde, hükümet konağında çalışan bir memur ya da bir orman köylüsüyle yan yana, konuşa konuşa yol alırdınız. Neler konuşulurdu o kasaba adamlarıyla, artık unuttunuz. Bir an aslında en büyük kayıplarınızdan birinin bu olduğunu düşünüyorsunuz. Pamukova’da, yola yakın bir kahvede çayınızı içerken, insanlar size bakıyor. Hep böyledirler, bir yabancı görünce süzmeden edemezler. İçinizi bir huzursuzluk kaplıyor, çayı çarçabuk yudumlayıp yeniden yola koyuluyorsunuz. Burada, bu taşra olmayan taşrada neyi aradığınızı soruyorsunuz kendinize. İlk kez. Ciddi ciddi.