Olağanüstü ibretli, sarsıcı saatler yaşadık 15 Temmuz Cuma günü akşamından itibaren. Halk iradesine sahip çıktı ve karanlık odakların emellerine izin vermedi. Tankların altında ezildi insanlar ve kalabalıklar tankları ele geçirdi. İstanbul, siviller kurşun yağmuruna tutularak, köprüleri ve havayollarıyla teslim alınmak istendi. Kayıpların hüznü, direnişin kıvancı… Çok darbe gördük, geçirdik, ancak tecrübelerimizden epeyce ders almışız. Toplum olarak rüştümüzü ispatladık zannedersem. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cesareti darbenin akamete uğramasında önemli bir rol oynadı. Başbakan Yıldırım ve önde gelen siyasi aktörler de paniğe izin vermeyen bir tutum sergilediler. Halk, zaten yıldızlaştı. Darbeye karşı her kesimden, her görüşten insan, İslamcı, laik, ulusalcı, ülkücü, meydanlarda bir araya geldi. Gençler ezilme pahasına tankları ele geçirdi, çarşaflı kadınlar kamyon sürücüsü olarak işgali önlemenin yoluna düştü. Medya halkın moralinin yüksek tutulmasını etkileyen bir dil kullandı.
Ne yazık ki toplumumuz uzun zamandan beri sadece futbol konusunda ortaklaşa bir kaygı ve coşku sergiler haldeydi. Yeni bir başlangıç fırsatı oluştu, bunu heder etmememiz gerekiyor. 2000’lerin başlarında da benzeri bir uzlaşımsal dil yakalanmıştı ve bu dil, İslamcıların büyük çabasıyla gelişen 90’ların söyleşi ortamlarına çok şey borçlu. 2010 yılında katıldığım, Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu tarafından Taksim’de düzenlenen “Darbelere Dur De” mitingini hatırlatan sahnelerin arasındaydım önceki gece, Maltepe’de.
Olağanüstü kalabalık içinde gruplar darbeyi geri püskürtmenin şükrünü, hüznü de eksik olmayan bir şenlik havasında yansıtıyordu. Bayraklar, flamalar, davul, mehter, dondurma, yas, dua… “İşte halk: herkes bir diğerine kırgın, ama birbirini de kırmıyor/ya da biz kırmamasını umuyorduk” diyordu ya Fazıl Baş… “ (Her Günün Siyaseti, Avangard Kitap, 2015)
İnsanlar, bu yazgı, elimizden ne gelir tanklar helikopterler karşısında, diye bakmayıp meydanlara döküldü. Bu nasıl, hangi hakla küçümsenir? Salalar, ezanlar, tekbirler, sloganlar… Darbeye dayalı sistemin insan yerine koymadığı kesimler neyi niçin istemediklerinin bilinci içinde toplanmışlardı Maltepe Camii’nin etrafına.
Başımıza getirilen her darbenin kendine özgü bağlamları ve şiarları var. 15-16 Temmuz darbesi gördüğüm sonuncu darbe olacak, bunu temenni ediyorum. İstanbul geçtiğimiz yüzyılın başlarında,13 Kasım 1918’de yaşadığı işgalin ardından ilk kez sivillerin kurşun yağmuruna tutulduğu bir işgal saldırısına maruz kaldı.. Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı ve halkın vekillerinin toplandığı meclisin bombalanması, halkın iradesinin terörle sıfırlanmak istendiğini gösteriyordu. Bunlar unutulacak kötülükler değil. Aynı şekilde, tankları geri püskürten insanların destansı direnişi de unutulamaz.
Darbeler halk düşmanlığıdır, halk içinde yaralar ve düşmanlıklar bırakır, bir türlü şifa bulamadığımız kutuplaşmalar için fay kırıkları oluşturur. Vesayet rejimleri, sorgulama yapamaz bir konuma zorlanan toplumu güdükleştirir. O gece yaşadığımız ise darbeden de öteye geçen bir planın bize görünen yüzüydü. Plan içre planlar olabilir. Ancak halk iradesiyle el koydu akışa.
On yıl boyunca canlara kıyıp darbeye hazırlıyorlar zihinleri. Darbeyle de bir on yıl geçiyor. Kendimize gelmemize, kendi gündemimize ve amaçlarımıza sahip olmamıza izin verilmek istenmiyor. Böylelikle bir arpa boyu yol alamıyoruz. İlk öykü kitabımın başlığı, “Üç İhtilal Çocuğu.” Benim kuşağımın ömrü darbelerle kesintiye uğratıldı, gasp edildi. Biz bir darbeyle hesaplaşmadan bir başka darbe gerçekleşiyordu. Olağan hayatı askıya alan otorite, sizin adınıza her şeyin en doğrusunu bildiğini öne sürüyor, hatta, başınızı tavşan kulağı diye tabir edilen bir tarzda, çenenin altından bağlamanın ideal olacağını öne sürüyordu.
Şeffaf siyaset kirlenmeye açık bile olsa yıkanıp durulanabilir. Korkutucu olan karanlık kuyular. Biz bu kuyularla birlikte yaşamaya alıştırılmış bir toplumuz. Ölüm tarlaları, asit kuyuları, faili meçhuller, karşı görüş mensuplarının mahkemelerle davalarla perişan olmasına sebebiyet veren ve asıl sorumluların asla bulunamadığı aydın cinayetleri, bir darbe ortamını hem hazırlama hem de korumanın yöntemleriydi.
Darbeleri çözüm sayan konformist ve asalak bir kesim elbette var. Bununla birlikte toplumun büyük çoğunluğu askeri darbelerin ülkeyi elli yıl geriye ittiği konusunda hemfikir. Uzun zamandan beri göremez olduğumuz ortak bir duyarlıkta buluşmuş olmamız, yapılan bir sürü hataya karşılık bir birlik umudu vaat ediyor. Şehitlerimiz, şahitliğimiz var, onlara borçluyuz. Darbelerden ders almak, terörize olma sebeplerine karşı bir edebi korumak anlamına da geliyor.
Mustafa Cambaz, İstanbul’un ve Türkiye’nin tarihi çeşmelerinin hafızası olan adam, göçebe ve azade Müslüman, şehit olanlar arasında. Pazar günü ikindi namazında görkemli bir cenaze namazıyla uğurladık onu ve baba-oğul şehitler Erol Olçak ile Abdullah Tayyip Olçak’ı, MÜ İlahiyat Fakültesi Camii’nden. Cambaz ile Sultantepe Cami ve çeşmelerini birlikte fotoğraflamıştık. Hakkında dile getirmek istediğim o kadar çok düşünce var ki başka bir yazıya saklamam yerinde olur.
Bir “olay” gerçekleşir ve bakış açınızı tazeler, zifiri gece yıldızlarla aydınlanır ve dünyayı yeniden yorumlamak zorunda kalırsınız. Türkiye’nin salgın hastalığı ise zihinleri felce uğratan komplo teorileri. Tanklar insanları ezip geçerken birileri oyundan mizansenden söz ediyordu. Orada olay sizi yeniden düşünmeye çağıran ibretli sahneler sergiliyordu oysa.
Yeteri kadar darbe gördük, ne anlama geldiğini biliyoruz. Tamam, temsili demokrasi kimseye yetmiyor, ancak halkın oyundan daha haklı ve meşru bir kıstasımız da yok.