Yücel Çakmaklı, yılların ardından düşündüğümde talihsiz bir savaşçı görünüyor bana. Sinemamızın yeni bir kimlik arayışına düştüğü bir dönemde, henüz eski sinemanın tabularıyla boğuştuğu için, o yeni dalganın öne sürdüğü sorularla ilgilenme fırsatı bulamadı. 60’ların başlarında kaleme aldığı Yeni İstanbul yazılarında yeni dalga içindeki dini ve ahlaki değerlere mugayir saydığı hususları eleştirmeye geniş yer ayırdığı fark ediliyor.
Bir bakıma “solcu” sinemacıların da etkisi altında kaldığı iyi-kötü, gerici-ilerici, sağcı-solcu zıtlığının sıcak mücadelesi kuşkusuz onu net bir temsile yönlendiriyordu. Bugün “millî sinemanın kurucusu” olarak anılıyor. Cumhuriyet’in kimliklerini bastırdığı dindar insanlara sinema yoluyla kamusal kapılar pencereler açmak istediği muhakkak. Burçak Evren’in tespit ettiği gibi aslında dindar kesimlerin varlığını hesaba katan bir sinemanın arayışıydı söz konusu olan. Halit Refiğ-Kemal Tahir’in toplumsal gerçekçi sinema çalışmalarını yükselttiği, Metin Erksan ve Atıf Yılmaz’ın tasvir geleneğimizin temel niteliklerini araştıran filmler yaptığı, Lütfi Akad’ın kendi toplumcu sinemasında yol aldığı bir dönemde Çakmaklı, Yeşilçam’ın merkezine bir sırça köşk inşasıyla dâhil olmaya çaba gösterdi.
Kendi içinde bir dalgalanma yaşayan sinemanın merkezinde yapmak istediği başlangıç, İran sineması ilk başarılarını gösterdiğinde Türkiye’de gösterilen tepkileri getiriyor akla: “İran gibi bir rejimde nasıl bir sinema oluşabilir?” Bu açıdan bakıldığında Çakmaklı’nın cesur bir başlangıç yaptığı açık. Ne var ki yeni bir harekete dönük adlandırma onun handikapı da oluyor. Bir müftünün oğluydu, dini bir terbiye almıştı. Sistemin gadrine uğramış dindarların hikâyelerine alışkın değildi Yeşilçam. Dini imgeler gibi dindarlar da Osmanlı’dan kopma telaşının sevk ettiği abartılı kurgularda kötü, çirkin, suçlu, cahil ve riyakâr kişiler olarak tasvir ediliyordu olsa olsa. Ak sadece ak, kara sadece kara mıdır? Ayşe Şasa, katkıda bulunduğu filmlerin giderek edindiği istikameti seyircinin yol göstermesine bağlıyordu. Kemal Tahir, senaryosunu Halit Refiğ’le birlikte yazdığı, seyirci tarafından tepkiyle karşılanan Haremde Dört Kadın (1965) için, filmin jeneriğinde adı geçmediği halde özür dileyecekti. Karşıt cephede görünen ille de her açıdan sahte, samimiyetsiz ve kötücül mü? Ancak gerçeklere sadık kalırsanız, oradan hakikate bir yol açılabilir. Lütfi Akad, (Çakmaklı’nın sinema yazılarındaki sert eleştirilerinden payını sıklıkla alan) Metin Erksan, ayetlere göndermelerde bulundukları filmler yaptılar. Toplumsal gerçekçi sinema, seçme bile olsa olguları kendi bağlamında verme disiplini nedeniyle mütedeyyin kesimleri nispeten gerçekçi gösterme yolunda bir mesafe kat etti zaman içinde.
Anadolu şehirlerinde doğup büyüyen bir genç için sinema, bütün büyüsüyle orantılı olarak yapım süreçleri açısından nasıl da ulaşılmazdır! Çakmaklı’nın gelecek planlarını sinema tutkusunu gözetecek şekilde geliştirdiği anlaşılıyor. 1937 Afyon Bolvadin doğumlu Çakmaklı. Lise yıllarında Afyon sinemalarında, üniversite yıllarında Taksim Şan Sinemasında teşrifatçı olarak çalışıyor. Defalarca seyrettiği filmlerle ilgili yazdığı eleştirileri dergilere gönderiyor. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin iki kahramanı Recep ve Mehmet’in şehre gelip sinema dünyasına dâhil olmaya başladığını düşünüyor insan. 1969’da Ali Osman Emirosmanoğlu ile birlikte Elif Film Şirketi’ni kuruncaya kadar birçok önemli yönetmenin asistanlığını yapıyor Çakmaklı. Aynı yıl yönettiği Kâbe Yollarında isimli yarı belgesel yarı kurgu film, özellikle Anadolu’da büyük gişe başarısı kazanıyor.
Yatılı okul yıllarımın Milliyetçi Cephe hükümetleri dönemine denk düştüğü bir aralıkta, 70’lerde Çakmaklı’nın filmlerini okulun sinema salonu vazifesi gören yemekhanesinde izlemiştim. Birleşen Yollar (1970), Zehra (1972), Kızım Ayşe (1974), Garip Kuş (1974), Memleketim (1974), Bir Adam Yaratmak (1977) bende hatırası olan filmler. Yeşilçam temlerinin hissedildiği bu filmlerin çoğunda, mütedeyyin insanlara yönelik hor görü dolu bakışın aynı zamanda üretilmek istenen (ekonomik güce dayalı, özentili) bir sınıfsallık temelinde gerçekleştiğini gösteren sekanslar izleyebilirsiniz.
Başlangıç filmlerini Türk sinemasının çöküşe zorlandığı bir dönemde yapan Çakmaklı, adeta bu çöküşün temel saiklerini araştırarak topluma sunmaktaydı. Daha sonra TRT için pek çok dizi yaptı. Bir sinema tutkunuydu, sinema üzerine düşündüğü, araştırdığı muhakkak. Ustalık döneminde ağırlıklı olarak TRT’de çalışmasının üslubunu bir yerde katılaştırdığı geliyor akla. Ve kuşkusuz Mesut Uçakan’ın yetmişlerde tasvir bağlamında karşı karşıya kaldığı cevapsız kalan sorularla birlikte çalışmanın çelişkilerinden bağımsız düşünülemez filmleri. Okuryazar dindarların çoğu Hollywood’u, yeni dalgayı, Tarkovski’yi, İtalyan yeni gerçekçiliğinin ustalarını izliyor, ancak kendi aralarından çıkan bir yönetmeni cevabı âlimler tarafından verilmeyen sorular itibarıyla bir sorguya tabi tutmaktan geri durmuyorlardı. Farklı kimlikli yönetmenlerin başarıları, zaafları dikkate alınmadan alkışlanırken, “mahalleden” sayılan, hayal gücünü ketlemesine yol açacak bir baskının cenderesinde kendi sinemasını keşfetmek zorundaydı.
Çakmaklı’nın bu sebeple Yeşilçam Sokağı’ndaki sırça köşkünü kuralları toplum tarafından içselleştirilmiş TRT havzasına taşıdığı geliyor akla, elbet 70’lerin ve 80’lerin sinemacıları işsiz bırakan iklimini bir kenara bıraktığımız takdirde. Mütedeyyin seyircinin Metin Erksan’da, Lütfi Akad’ta göz ardı ettiği fazla veya eksiğe yer vermeden nasıl ilerleyebilirdi kendi sinemasında… Bir hikâyeyi, birçok hikâyeyi tasvir yoluyla anlatmanın güçlü geleneği beyaz perdede nasıl yeniden üretilebilirdi? Ortam, seyirci, daha önemlisi âlimler pek hazır değildi sinemanın sorularına onun en faal olduğu dönemlerde. Sağcılığın, muhafazakârlığın alanında faaliyetlerini sürdürdü. Her alanda 163. Madde’nin baskısı hissedilen sinemada dini imgelerin şimdiki zamana özgü bir gerçekçilikle olumlu bir şekilde yer bulması, doğrudan dini/siyasi içerik taşıyan bir hikayenin sinemaya aktarılması hiç kolay değildi. Yapımı sürekli ertelenmiş bir film olan Minyeli Abdullah (1990) “dava” açısından taşıdığı iddiaya karşılık estetik zaafları nedeniyle ağır eleştirilere maruz kaldı. Çakmaklı bu eleştiriler karşısında filmini, filmlerde önemli olanın muhteva olduğu ve muhtevanın biçimi tayin edeceği şeklinde, doğru bir tespitle savundu. Ne var ki ilk defa toplu sinema eylemine zemin olması gibi “dava etkisi” bir yana, muhteva açısından taşıdığı pek çok zaaf nedeniyle Minyeli Abdullah’ın estetik bir temsili başardığını söylemekte zorlanıyoruz bugün.
Kuşkusuz sanat geçmişte dolaşırken bile geleceğin sorularını önümüze koyarak ufkumuzu açar. Söz konusu sanat olduğunda birden yaşanan fışkırmaların bağışı bir tarafa, adım adım kendi içinde ilerlerken derinleşiyor bir çizgi. Kemal Tahir senaryolarından Metin Erksan filmlerine kaleme aldığı yazıları göz önünde bulunduracak olursak, Çakmaklı’nın sırça köşkünü eleştirilerinin gösterdiği yere taşımadığı zehabına kapılmadan edemeyiz. Yine bu eleştiriler açısından bakıldığında, onun sinema alanındaki tutkusunun ve eleştirilerinin gösterdiği yerin Türkiye siyaset ve toplumsallığındaki çatışma tarafından işgal edilmiş olabileceği gelir akla. Gerçekleşmesini tamamlamamış bir sinemanın tutkulu savaşçısıydı Çakmaklı. Bugün bu sinemada yerini koruyan boşluğun, temalarının izinden giden sinemacılar tarafından nasıl tanımlanacağı kuşkusuz bir hayli önemli.