Abdullah: Biz ona Apo Bey diyoruz. Bıyıklı. Bıyıkları dudaklarının üstüne sarkıyor. Sürekli takım elbise giyiyor ama kravat taktığına hiç şahit değiliz. Otuz yıldır at yarışlarını takip ediyor. Bu artık onun mesleği. Söylediğine göre, mesleği yüzünden iki daire parasını yanlış atlara yedirmek mecburiyetinde kalmış. Mekâna ikindiden sonra geliyor. Nereden geliyor bilmiyoruz. Sorsak hep başka bir yerden gelmiş oluyor. Zamanla atlara küfretmemeyi öğrenmiş, uzaktan bakınca yüzünde dünyevi bir bilgeliğin izlerine bile rastlamak mümkün. Siyasetle asla ilgilenmez, kime oy vereceği tahmin edilemez, tıpkı at yarışlarında hangi ata oynayacağının tahmin edilemeyeceği gibi. Bakışları hakkındaki ilk izlenim yanıltıcıdır; onun bir dalgın olduğunu sanırsınız ilkin. Biraz dikkat kesilince, gözlerinin dalgın değil donuk olduğu hemen anlaşılabilir. Bazen güler. Gülüşü de canlı değildir; çok eskilerde kalmış hakiki bir gülüşü taklit eder. Bu gülüş nerden kaldı, muamma. Yayılarak oturur, özellikle bir başına. Önünde yarış kolonları vardır ve bir kalem ve bazı işaretler. Yarışlar bitince, bütün kaybetmiş atlar adına, şaşkınlıkla şöyle bir dönüp etrafına bakar. Sonra yavaş yavaş kalkar, bir süre ayakta dikilir. Ayakta dikilirken, elleri ceketinin ceplerinde bir şeyler arar. Arar, arar, arar; hiç bulamaz…
Velat: Biz ona ustasının milli hasletleri sebebiyle Vedat diyoruz. Diyarbakırlı. Babası yok. Annesi evde para kazanılabilecek el işleri yapıyor. İstanbul’a geleli dört sene olmuş. Halasına yakın oturuyorlar; halası onlara göz kulak oluyor. Berber dükkânındaki ilk aylarında telaşlı ve ciddiydi. Vedat, yerleri süpür; tamam usta. Vedat, havluyu getir; tamam usta. Vedat, koş bir sigara al; tamam usta. İki yıl içinde epey boy attı, ama hâlâ boyunun yaşıtlarına göre kısa olduğunu düşünüyor. Son altı aydır aynalara daha sık bakıyor, saçlarını uzattı, şekil verdi. Bazı delikanlılık huysuzlukları başladı, ustası hariç görmezden geliyoruz. Saç yıkamayı ve kurulamayı, jilet takmayı, enseyi temizlemeyi, yüz köpürtüp tıraş yapmayı öğrendi. Şimdilerde mahalleden bulabildiği yaşıtlarının saçlarında makas gezdiriyor. Sonra müşterinin saçlarına geçecek. Kalfalık. Sabahları çok erken geldiğinden ve akşamları çok geç çıktığından şikâyetçi. “Usta bazen iki saat erken bıraksa ne olur sanki!” Ama hiç öyle olmuyor, sekizde çıkacakken sekiz buçuğa bazen dokuza sarkıyor çıkışı. Uykusuz başlayan gün yorgun bitiyor. Anası Velat için ayrı bir sofra kuruyor eve gidince. İstanbul hâlâ çırak…
Seher: Genç kızken deli Seher diyorlarmış; hâlâ deli Seher diyorlar. Dünya çok değişmiş ama onun payına düşen delilik hiç değişmemiş. Seher’in küçük yaşta uzak taşralardan birinde, damdan düştükten sonra bu hale geldiğini söylüyor annesi. Ben onu tam doğurdum diyor, tam doğurdum dünya eksiltti. Dünya neresini eksiltti bilmiyoruz, doktorlar da bilememiş zaten. Sonra bir gün kalkıp bu mahşer yerine gelmişler. Kimse Seher’in ansızın avazı çıktığı kadar bağırmasına alışık değilmiş. Alın bu Seher’inizi bir yerlere koyun demiş komşuları, annesi de alıp bir odaya koymuş. Kırlara çıkmak istemiş, çıkamamış; su kenarlarına gitmek istemiş, gidememiş; gitmiş de hep bir duvara çarpıp kalakalmış. Şehre geldiklerinde, her yerde inşaatlar varmış, biri bitmiş diğeri başlamış. Sonunda Seher, kuleleri olan bir şehrin kapalı bir odasında yaşlanıvermiş. Nasıl yaşlanıvermiş bu kız, böyle birdenbire, böyle hızlı, akrabaları görünce şaşakalmışlar. Metrolar, metrobüsler, tramvaylar dolanı dolanıvermişler Seher’in etrafında, Seher diye birinden habersiz. Bir gün babası ölmüş, kupkuruymuş, tabutu taşıyanlar boş mu diye çok şüphelenmişler. Boş değilmiş, içinde Seher’in kupkuru babası varmış…
Nazmi: Biz de ona Nazmi diyoruz. Kırk beş yaşında, bekâr. Aslen Üsküdarlı, halen de Üsküdarlı. Daima tıraşlıdır. Sultantepeliler şehirle birlikte büyüyüp, şehirle birlikte boylanıp soylanırken, Nazmi bayrak direği gibi ortada kalmış; ailesiyle birlikte. Babası Ecevit hayranı, kendisi soğuk demir ustası. Hiç ummadığı bir gün, birden dizlerinin bağı çözülmüş; hastaneler, tomografiler, kan tahlilleri, daha iyi uzmanlar. Daha iyi uzmanlardan biri Nazmi’yi, öbür dünyanın kıyısından alıp, yeniden bekârlığına geri getirmiş. Bir şartla: Soğuk demirlere veda. Mütevazı bir kahvehaneyi işleten küçük kardeşinin yanında ikinci meslek hayatına başlamış. Siyasetle derin bir şekilde alakalı; hayatının bütün boşluklarını onunla dolduruyor. Cep telefonu akıllı değil, biri akıl edip ararsa mutlaka cümlelerinin bir yerine son haberlerden bir bukle yerleştiriyor. Sıkça aynaya bakıyor, tıpkı Velat gibi. Ama Velat gibi açık açık değil, biraz gizli. Gizli Nazmi bir kızı bekliyor, bunu hepimiz biliyoruz. Hangi kızı? İşte onu hiçbirimiz bilmiyoruz. Çaylar dolup boşalıyor, günler gelip geçiyor. Her seçimden önce, sanki bütün hayatı değişecekmiş gibi aşkla konuşuyor Nazmi. Seçimler bitince, biraz nazlanıp susuyor. Bazen, masaların üstündeki yeşil çuha örtüleri yenileriyle değiştiriyor. Yeni örtüye bakarken bir şey düşünüyor; yeşil, yemyeşil bir şey…