Ramazan sona ererken her zamanki gibi ne kadar çabuk geçtiğini konuşuyoruz eşle dostla. Yaz günlerinin Ramazan’ı on gün kadar bahara kaydı. Acaba bir yaz Ramazan’ı daha görecek miyim? Verilmiş fırsat üzerine düşünüyorum: Ramazan varlığın ve nimetin kadrini bilmenin ibadeti. Sona erdiğinde eski zihniyetimizi olduğu gibi korumamız tuhaf olmaz mı?
Niyet ederken öğrendik işte ve adım adım iftara yaklaşırken de öğrenmeyi sürdürdük: Bundan böyle daha yardıma açık, empatik ve sorumlu olmamız beklenir. Kusuru hep ötekine yıkan, kendini müstağni bilen, damgalayan, linç eden dilimizi değiştirip önce kendimize yöneltemez miyiz sorgulamayı? Elimizdeki nimeti ne kadar hak ediyoruz? Hep böyle yaşayıp gideceğimizi mi sanıyoruz?
Ramazan bize yeniden öğretmeye çalıştı, bir yıl önce de yaptığı gibi: Bir hesap günü var ve orada hiçbir güç ilişkisinin yardımını alamadan kendi yapıp ettiklerimizle baş başa olacağız. Öğrenirken değişti önceliklerimiz; ekmeğin ve suyun yalın güzelliğini yeniden fark etmemiz başka türlü mümkün olamazdı sanki. Sadece ihtiyaç sahibi bir bedenden ibaret olmadığımızı hatırladık; insan değişebilir, görüş itibarıyla gelişerek ufkunu genişletebilir. Zamanda taşındık, uykularımız ve çalışma düzenimiz karıştı. Sofraların ucu açılırken nimetin şükrünü birlikte terennüm etti müminler.
Güç ilişkilerinden olabildiğince arınmış bir halde, başka bir bağlamda, maskesiz makyajsız ilk insana özgü masumiyet, kaygı ve tedirginlikle yeniden tanımaya çalıştık kendimizi ve birbirimizi. Biraz olsun başardıysak bunu, yeniden başlayabiliriz, her şey başka türlü olabilir, bir kez daha, yeniden.
*
Yağmur ve serin havayla karşılamıştık Ramazan’ı İstanbul’da, öyle de veda ediyoruz. Sofralarımıza misafir bereketi geldi, aylardır görmediğimiz akrabalarımız ve arkadaşlarımızla buluştuk.
İyimser duygularla dolup taşarken arka arkaya intihar bombacısı eylemleriyle sarsıldık. Kendimizi sorgulamaktan uzak durmak için bir kez daha –elbette haklı sebeplerle- Batı’yı suçladık. Sonra intihar eylemcisi emin bildiğimiz beldede canlar aldı. Benzeri sözleri yineledik.
Doğrusu acil, gündelik problemlerimiz yüzünden muhasebe yapmayı da eleştiriyi de sevmiyoruz. Kervanın yolda düzene sokulması gibi bir alışkanlığımız var. Komplo teorileri üzerinden açıklıyoruz dünya işlerini ve korkulara boğulurken de Tevhid’in gerekleri üzerine yeniden düşünmeyi erteliyoruz.
“Ne yapabilirim? Ne yapacağımı bilmiyorum” diyordu Jean-Luc Godard’ın Deli Pierrot’unun kahramanı Virginie. Gündemimiz şiddetten vahdete nasıl dönüşebilir? Hiç değilse bayramı aynı günde kutlayabilseydik ümmet olarak.
*
İki ay önce Mescidi Nebevi’deydim. Yurduma en sonunda geri döndüğümü hissediyordum, ilk kez gittiğim halde. Mescidi Nebevi’nin açık ve kapalı alanlarındaki kendine has sükûnetin müziği döndükten sonra da etkisini sürdürüyor bilincimde. Sahneler gözlerimin önünden gitmiyor zaten. Geniş avlu ve mescide eklenmiş diğer bölümler gece gündüz hiç bitmeyen bir hareketlilik sergiliyordu. Kimi ziyaretçiler gündüz saatlerini portatif büyük şemsiyelerle gölgelenen avluda geçirip geceleri şehrin iç taraflarında tuttukları otel odası veya evlere dönüyordu. Bir sütun dibini kendi evi gibi benimseyerek bazen tek başına bazen aileleriyle birlikte yerleşen müminler, gerçek hacılardı. Mermer avlunun bir köşesinde yemek yiyor, dinleniyor, Kur’an okuyorlardı. Kalabalık arasında yaşlı ve engelli yakınlarını dolaştıran insanları hayranlıkla izliyordum.
Hepimiz gece ve gündüz yitirdiğimiz kıymetli bir sevgiliye yeniden kavuşmanın sevinci ve heyecanıyla oraya çekiliyorduk. Ne çok ayet, hadis, külliyat var okuyup ezberlediğimiz, bu mekâna, bu şehre dokunan; heyecanlanmamak imkânsız. Hz. Peygamber, ailesi ve ashabıyla birlikte bu civarda yaşadı, tebliğde bulundu, ibadet etti; bunun üzerine düşününce daha fazla kavramak istiyor insan mekânı. Yeşil Kubbe ile kendini belli eden Hücre-i Saadet’e adım adım yakınlaşırken bir izdiham yaşanıyor; buna rağmen müzik sürüyor. Hurma kütüklerinden sütunları, hurma dallarından çatısı ve taş duvarları ile gözlerimizin önünde canlanıyor Asr-ı Saadet mimarisi. İşte orada Hz. Ayşe’nin hücresi ve Ehli Suffa buralarda bir yerde toplanmış olmalı. Asli olanın, bozulmayanın peşindeyiz hepimiz. İhrama girmeye ve Kabe’yi tavafa, sa’ya hazırlanıyoruz.
İnsan sonradan hep o hazırlığın sükûnetini özlüyor. Asli olana yoğunlaşma, kusurlarından arındırıyor ifadeleri. Birbirimizi rahatsız etmeden hepimiz birden nasıl değeceğiz, dokunacağız aslına uygun bir şekilde korunmaya çalışılmış olana…
Ümmet olmayı yeniden öğrendiğimiz mekân intihar bombacısı tarafından kana bulandı Ramazan’ın sonunda. Bir şeyler yanlış gidiyor, bir şeylerde yanıldık. Her konuda önce Batı’yı suçladık ya da karşıtımızı; sonra Aliya cümleleriyle geldi ve düşünmemizi istedi: Yapmamız gereken neyi yapmadık, yapmamamız gereken neyi yaptık… Düşünüp üstlenmemiz gereken problemlerimizi konuşmayı daha fazla nasıl erteleyebiliriz zaten? Ümmet bilincini sürekli tazelediğimiz Mescidi Nebevi’ye kadar uzandı, yüzeyselliğin kötülüğü. Müslüman gençleri çeşitli karanlık yapılara ait şaibeli timlerin piyonu olmaya götüren zulüm, şiddet, ayrımcılık, cehalet ve sefalet batağı dehşet uyandırıyor.
Yeniden düşünme fırsatı verildi elimize. Belki vahdetten başlayabiliriz. Vahdet, her açıdan aynı düşünen Müslümanların birliği, dayanışması değil, Müslümanların birliği, dayanışması. Bunun eksikliğinde birbirimizi öldürecek sebeplerde tükeniyoruz ve bedenimizde açılan yaralar dünyanın da dengesinin yitirilmesi anlamına geliyor. “Niye en çok Müslümanlar ölüyor?” Batı elbette sorumlu ve suçlu, bununla birlikte kusuru biraz da kendi tutum ve üsluplarımızda, okuma yanlışlarımızda aramanın zamanı gelmedi mi?