Yem atmak

“Elbette” diye geçirdim içimden, “Çocukluğumun en kötü adamları sadece onlar değildi. Ama zaman özellikle onları unutmama müsaade etmedi. Her kar yağdığında, artık benden çok uzak olan o tepeleri düşündüm. O tepelerde keklik avına çıkmış, yün çoraplı, kalın bıyıklı, iri elli avcıları. Sırtlarında tüfek bile taşımaya gerek duymazlardı. Av araçları irice bir leğen, kısa bir değnek ve bir avuç darıdan ibaretti. Kar her yanı örtünce kekliklerin azık aramak için indikleri yamaçlardan birine gider, karların üzerine bir avuç darı serper, bir kenarına değneği dayadıkları leğeni tam darıların üzerine gelecek şekilde ayarlar ve öylece bırakırlardı. Bu aslında bir aç kuş kapanıydı. Kekliklerden bir ya da bir kaçı kapanın altına serpilmiş yeme mutlaka gelirdi. Sonra biri değneğe dokunur, leğen de üzerlerine kapanırdı. Avcılar, yaptıkları bir meziyetmiş gibi, gün batmadan şişinerek evlerine dönerlerdi. Daha yüzlerine bakar bakmaz, keklikleri tuzağa düşürdüklerini anlardınız. Bu bir av mıydı gerçekten? Avcılığın hiç kâğıda dökülmemiş gizli yasasındaki, her iki taraf için de cesaret, korku ve tehlikeyi paylaştıran kovalamaca ortadan kalktığına göre buna bir av denemezdi. İnsanlar keklikleri yemle kandırıp, tuzağa düşürüyorlardı…”

“Sonra” diye geçirdim içimden, “Sonra insanların sadece keklikleri değil birbirlerini avlamak için de yem kullandıklarını öğrendim. Herhangi bir meseleyi konuşmak için karşılıklı oturuyor ama asla gerçek niyetlerini dile getirmiyorlardı. Aralarında, bütün tarafların gayet iyi bildiği bayağı bir labirent duruyordu. Taraflardan biri yem atıyor, öteki buna bir başka yemle karşılık veriyordu. Bu halleri, sahte malzemeyi birbirine yutturmaya çalışan tarihi eser tacirlerine çok benzerdi. Ortaya yem atılarak yapılan konuşmaların en acıklısı ise taraflardan birinin keklik tabiatlı olanıydı. Keklik tabiatlı olduğunu, daha ilk yeme koşarak, kızarak, dudakları titreyerek, korkarak, telaşlanarak ya da haylazca gitmesinden anlayabilirdiniz. Muhatabı, kekliğini, görünmez leğenin görünmez tuzağını hemen devirmesinden tanırdı. Genç ya da yaşlı fark etmez, atılmış yemi görmeyenlerin neredeyse tamamı işlerinde titiz, kurallara sıkı sıkıya uyan, hayatın düzenini bozmamaya çalışan veya tam tersine hayatı hiç ciddiye almayan insanlar olurdu. Dile, dilin şeffaflığına inanırlardı. Onların şanssızlığı, muhataplarının, dili hesaplı bir bulmacaya dönüştürmekteki maharetleriydi. Bu bulmacayı doğal olarak hiçbir zaman çözemezlerdi…”

“Ama” diye geçirdim içimden, “Bazen de insanlar önlerine biri bir yem atsın diye, bile isteye av bölgesinde toplaşırlardı. Örneğin bir siyasetçi, binlerce beni âdemi bir meydanda toplar, onlara ardı ardınca yem atar, avcılığının bir ödülü olarak sürekli avı tarafından alkışlanırdı. Başlarına bir partinin, bir cemaat ya da cemiyetin devasa leğeni geçirilmiş olan kalabalık, elbette zihinsel bir kapana düştüklerine değil, bir kapandan kurtulmak için ruh birliği yaptıklarına inanırdı. Renkleri, sembolleri, flamaları, sloganları bu ruh birliğini sağlamak için bulunmuş keklik yemleriydi ama onlar bütün bu sembollere neredeyse kutsal anlamlar atfederlerdi. Öyle olduğu için, içlerinden bazıları bu semboller uğruna ölmeyi bile göze alırdı. Onlar ölür, yem atıcıları geride kalanlara darı serpmeyi sürdürürdü. Zihinsel yemleme yapanlar bir konuyu tecrübe etmişlerdi: İnsan boşta kalmaya gelmez. Onun zamanını mümkün olduğunca doldurmak için, ona zaman bırakmamak gerektiğini iyi biliyorlardı. Haberler, sohbetler, eğlenceler, spor müsabakaları, hayatın yamaçlarında gezinmeye çıkmış her türden avcının muhtelif taktikleri arasındaydı. Hoş insanlar da zaten kendileriyle baş başa kalmayı hiç istemiyordu. İyi ya da kötü, ortaya bir yem atılması onları kendi ağırlıklarından kurtarıyordu. Her şeye katlanıyor ama kendilerine katlanamıyorlardı…”

“Kalem sahipleri” diye geçirdim içimden, “Onlar yem atmakta daima ilk sıralarda oldular ve ilk sırayı tüccarlara, siyasetçilere kaptırmamak için maharetlerini sonuna kadar kullandılar. İnsanların hangi dönemde, hangi yaş kuşağında, hangi toplumsal çevrede ve hangi cinsiyette ne tür yemlere geldikleri konusunda mesleki bir bilgiye sahiptiler. Aşk yarasına ne tür bir merhem süreceklerini, orta yaş bunalımının hangi damarından gireceklerini, dindar bir kalbi nasıl fethedeceklerini, vatansevere neredeki sancağı göstereceklerini, gençlik isyanını nasıl kaşıyacaklarını daima iyi bildiler. Muhatapları, bir hakikatmiş gibi sıralanan sözcüklerin çoğunlukla incelikli yemler olduğunu, bu yemlerin müşteri tutmak için özenle seçildiğini bir türlü anlamıyordu. Anlamak bir kenara, gözleri dolanlar, ağlayanlar, kendinden geçenler bile vardı. Yem atmanın dramatik zirvesiydi bu. Kalem sahipleri, yine bir meslek görgüsü olarak bilirlerdi ki, başarı, avını bu dramatik zirveye çıkarmaktı. Yine de ne yaparlarsa yapsınlar, bütün insanların ruhunu avutmak mümkün değildi. İçlerinden bazıları, onları dinlerken, izlerken ya da okurken esnerdi. Aklı başında biri, dünyadaki en hakiki anlardan birinin bu esneme anı olduğunu, ona kimsenin yem atamayacağını bilirdi…”