Geçen haftaki yazımı hazırlayamadım.
Bu yazımı teslim etmeye saatler kala aklıma hiçbir fikir gelmedi.
Sanırım yazar afazisine uğradım. Hâlbuki yazarlık mesleğimle ilgili hiçbir zaman nazlı davranmadım.
Bunun için yazarlıkla ilgili hikâyemi sizlere anlatmaya karar verdim. Olur da yazarlık benimle barışır. Ona (yazarlığa) ne kadar borçlu olduğumu anlatacağım. Bana nasıl dayanma gücü verdiğini, nasıl sebat etmeyi, dengeli yaşamayı öğrettiğini anlatacağım. Yazarlıkla ilgili hikâyem dünyadaki bütün aşk hikâyelerinden daha güzel. Hele ki sevgililer arasında sadakatin az olduğu günümüzde bizler samimi duygulara sahip birer sevgiliyiz aslında.
Bir süre önce arkadaşım bana gülümseyerek şu soruyu sordu:
Abir sen nasıl böyle olabiliyorsun? Bütün yaşadığın sorunlara rağmen, çektiğin özlem, hasret ve dertlere nasıl katlanabiliyorsun? Böylesine kolaylıkla nasıl gülümseyebiliyorsun?
Açıkçası bende kendime şaşırıyorum. Oğlumu, babamı, eşimi, evimi kaybettikten sonra, evimden uzaklaştıktan sonra, gurbette çocuklarımın sorumluluğunu tek başıma üstlendikten sonra nasıl gülümsememi yitirmedim? Nasıl böylesine sebat ettim?
Açıkçası bu konuda 3 şeye borçluyum. Birincisi mümin bir kul olmam. İman, kaderimize isyan etmeden başımıza gelenlere razı olmamızı sağlar. Çünkü her şey Allah’ın iradesiyle olduğundan eminiz. Bugünlerin de geçici olduğunu biliyoruz. Sabrımızın ve rızamızın mükâfatını alacağımızı da biliyoruz.
Sert ve inatçı bir kadın olduğumdan, güçsüzlüğü sevmem. Asla teslim olmam. Acıyarak bakan gözler ise beni öldürür.
Son olarak da size bahsettiğim sırrım tabii ki de yazmak. Sabırlı ve metanetli olmada bana en çok yardım eden yazılarım oldu.
O ilk günleri çok iyi hatırlıyorum. Oğlumun şehit olduğunun haberini aldığım gün. Eşim ve babam tutukluydu. Diğer çocuklarımla Türkiye’ye yeni gelmiştik.
O gün o haberi aldığımda sabredememekten çok korkmuştum. Direk secdeye kapandığımı hatırlıyorum. Oğlumu şehadetle şereflendirdiği için Allah’a şükrettim. O’na ısrarla bana sabır ve metanet vermesini istedim.
O esnalarda defalarca ağlayarak yığıldım. Bir daha onu bu dünyada göremeyeceğimi düşünmek dahi çok acı veriyordu. Ama çalışmak zorundaydım. Kimseye el açmadan ailemi geçindirmem gerekiyordu.
Nisai (Kadınca) sitesi ve çocuk sitesinin editörlüğüne aylık 8 yazı hazırlamam gerekiyordu. Aynı zamanda bir Türk yayınevine içeriğinde çocuk tiyatroları olan bir kitap yazıyordum.
Yazmakla meşgul oldum. Aşırı derecede yoğundum. Yazmakla hüzünlü ve acımasız dünyamdan uzaklaşarak benden daha iyi insanların dünyalarına girdim. Aynı zamanda ümide ihtiyacı olan kadınlara yönelik yazılarımla onları tekrar hayata bağlamaya çalıştım. Bunları yapabilmem için derdimi unutmam gerekiyordu.
Ben küçükken babam şiir ve makaleler yazardı. Çok okurdu. Sürekli evimizde yazar ağırlardı. Küçücük yaşımla onların yanında otururdum. Konuşmalarını severek dinlerdim. Bir gün onlar gibi olacağım günü hayal ederdim. Yazdığım kitapları arkadaşlarıma hediye ettiğim günleri, o kitapları imzaladığım günleri, daha sonra sohbetlerinde güldükleri eğlenceli hikâyeleri benim de anlattığım günleri hayal ederdim. Yazarlığın sadece erkeklere kalmayacağı konusunda ısrarlıydım.
Babamın arkadaşı “Naşit Amca” Lazkiye’de oturuyordu. Denizi çok severdi. Her gün güzel teknesiyle denize açılır balık tutardı. Sonra evine döner karnını doyurur, hikâye yazmak için odasına çekilirdi. Onun gibi bir gün teknemin olmasını çok hayal eder, beni etkileyen güneş ışınlarından nasıl korunacağımı saatlerce düşünürdüm.
Naşit Amca ayda bir defa Lazkiye’den Şam’a emeklilik maaşını birde yazarlar birliğinden maaşını almaya gelirdi. Onu görünce seyahatin ve işten para kazanmanın güzelliğini düşünürdüm. Onun gibi olmayı planlıyordum.
Babamın yazarlığıyla ilgili her şeyini seviyordum. Mesela babamın yanındaki kahve fincanını, her zaman kitabıyla taşıdığı gazetesini, eskitme tahtadan yapılmış sigara ağızlığını, şapkası ve çok şık kışlık montunu.
13 yaşımdayken ilk kitabımı yazmaya başladım. Sürekli okuyor ve yazıyordum. Bir gün meraklı kız kardeşim yazdıklarımı okudu. Ben de bütün yazdıklarımı yırttım. Her kavga edişimizde yazdıklarımı herkese anlatacağını söyleyerek beni tehdit ederdi. Hayallerimle ilgili dalga geçeceklerini ve güleceklerini söylerdi.
Sonrasında günlük yazmaya başladım. Günlük beni yavaş yavaş yazarlığa alıştırıyordu. Hatta kendim semboller bulup kendime özel dil keşfettim. Böylelikle her yazdığımı anında okuduğundan emin olduğum kardeşimin meraklılığından kurtulabilirdim. Bazı sembolleri kavrayabilmesine rağmen yine de her şeyi anlayamıyordu çünkü ben keşfettiğim dili sürekli geliştiriyordum.
İlk makalem 2000 yılında bir dergide yayınlandı. Yüksek notla girilebilen bir üniversiteyi kazanmış kişi kadar sevinmiştim. Yazımı yayınlayan dergi Suudi Arabistan’da meşhur bir dergiydi. Daha sonra makalelerimin çoğunluğu orada yayınlanmaya başladı.
Hikâye türünde ise 2000 yılında “Filistin’de Küçük Kahramanlar” adlı ilk serimi yayınladım. O zamanlarda Filistin’deki ayaklanmalardan, taş atan çocuklardan çok etkilenmiştim. Bununla ilgili yazdığım hikâyeler epey ses getirmişti.
Sonrasında yazarlığı hiç bırakmadım. Resim öğretmenliği mesleğimle birlikte birçok internet sitesi ve gazetede yazarlık yaptım. Kimseye muhtaç olmayan evini tek başına idare eden 4 çocuk annesiyim. Hayatım boyunca savaşması gereken son savaşta acımasızca savaşan asker gibi, ölüm yaşam meselesi gibi inatla, ısrarla mücadele ederim.
Çok iyi hatırlıyorum çocuklarım uyuduktan sonra babaları eve gelmeden önce bir televizyon dizisi yazdım. Yazdığım diziyi İkra kanalı üstlendi. Ancak dizi için kanalın bütçesi yetersiz kaldığından dizim yayınlanmadı. Ancak o tecrübemden hatta birçok olumsuz geri dönüşlerle sonuçlanan tecrübelerimden çok şey öğrendim.
Daha sonra 2010 yılında 2. hikâye serim yayınlandı. Akabinde devrimle başlayan Türkiye’ye göç hikâyem başladı. Türkiye’de 23 kitap yayınladım.
Her dediğine inandığım babam bir gün bana: “Humus’un kayalarına benziyorsun”. Volkanlı, kara, sert, güzel ve şık. Babamın o sözünden itibaren hiçbir zaman eğilmeyen, kırılmayan, kayanın sertliğinde bir kadın olmaya karar verdim.