Öyle güneşin altında otobüs beklerken sinirlenmeyi bir kenara bırakın; iş çıkışı oflaya puflaya çantanızı karıştırmayı da; buradayız, mevsim her yanımızı sarmış, gidecek bir yerimiz yok. İyisi mi ben size bir hikâye anlatayım siz de dinleyin: Zamanın birinde inin top, cinin misket oynadığı, tavukların pinti pinti dolaştığı, köpeklerin havlamak için bir bahane bile bulamadığı, çerçicisi yılda bir misafiri birkaç yılda bir gelen bir köy varmış. Kızlar sabahları evleri süpürürken, pencereleri açıp odaları havalandırırken, cam kenarlarındaki saksıları sularken göz ucuyla yola bakarmışlar da, bir tek delikanlı bile günün o saatinde şöyle yukarıdan aşağıya perçemlerini düzelterek geçmezmiş. Zaman öyle ağır işliyormuş ki, tırpan biçen adamlar biçare bir yelkovan gibi ekinlerin içinde kaybolup gidiyorlarmış. Bir gün bir kız hangi niyetle sesini açmışsa, ıssız sokaklara pilli radyodan neşeli bir türkü yayılmış. Siz deyin “o tepeden bu tepeye oyun olur mu”, ben diyeyim “Bu kala taşlı kala.” Türkü bahçe duvarlarını çeviren kuru çalıları, kerpiç evlerin her sene yenilenen beyaz badanasını, meydandaki çeşmenin yalağını yalaya yalaya geçip, taa Ezme Ninenin kulağına kadar gelmiş. O yaşta bir keyif basmış Ezme’yi…
Biz o zaman çocukmuşuz, Ezme doksan yaşında. Canımız sıkıldıkça, gününü dere kenarındaki tahtında görünür görünmez cümle mahlûkatla konuşarak geçiren Ezme’nin yanında alırmışız soluğu. O gün tarlalardan örs ve çekiç sesleri gelirken, bir atkuyruğuyla boynundaki sineği kovarken, gökten bir avare teyyare daha geçerken, Ezme Nine hiiiç anlam veremediğimiz bir keyifle karşılamış bizi: Gelin Ey Hz. Ali’nin yarenleri, çekin Kamer Taylarınızı suyun kenarına, oturun nefeslenin, hu deyin, hu diyelim cümle pirler aşkına. Oturun da size Hz. Ali efendimizin şu yukarıdaki Bağlıdere’ye bir nefeste nasıl geldiğini anlatam. Şindik sıpalar, bu Bağlıdere’de bir deli Yusuf yaşardı ben daha genç kız iken; örüklerim belimde, fistanım yaldır yaldır yanar iken, Haydar Babanız beni göremeden duramaz iken. Siz bu Ezme’nin gençliğini bilmezsiniz, Zevikar’ın delikanlıları şurdan geçerken akılları oynardı. Efendime söyliyim, bu deli Yusuf ne yer ne içerdi, bilen mi var! Kafa cavlak, potin yırtık, torba kıl; üstünde allı turna, önünde bir çomar, ardında cümle sığırcıklar…
Ali efendimiz, bir gün hareminde dinlenirken birden dikelmiş, demiş ya Fatma, yarenlerimden biri çok derin bir ah çekmiştir. Fatma anamız daha ne olduğunu anlamadan Zülfikar belinde, Düldül altında yolda süzülmüş. Şindik uşşaklar, ben diyeyim Ali efendimiz Şam’dan yel kimin geçmiş, siz diyin Halep çarşısından ülüzgar. Antep’in bulutlarını, Elazizin cümle delilerini iki yana savurup, Deli Yusuf’un “ah”ı daha göğsüne geri dönmeden Bağlıdere’ye yetişip, düldülü bir söğüde bağlayıp, Zülfikar’ı bir çalıya yaslayıp mübarek eliyle terini silip, o terli elini Yusuf Ağanın alnına uzatmış. Sağa bakmış, sola bakmış, bakmış bir avuç su yok. Şindik sıpalar, Ali Efendimize Allah Teala kırk aslan kuvveti vermiş; Deli Yusuf susuzluktan gitti gidecek. O saat çalının dibinde duran Zülfikar’ı kavrayıp, kırk aslan kuvvetinde bir “hu” çekip Kesikkaya’ya var kuvvetiyle indirmiş. Bir su fışkırmış ki, şu derenin suyu yanında yavan kalır. Sonra o mübarek avuçlarıyla getirip getirip yaranının dudaklarına tutmuş. Deli Yusuf mübareğin avuçlarındaki sudan bir içmiş bir dincelmiş, bir içmiş bir dincelmiş; kâh boğazından gitmiş su, kâh yere saçılmış. Toprak anlamış ki bu su başka bir sudur; şeker midir, şerbet midir ayırt edememiş. Tam o sırada, Ali Efendimiz göründüğü gibi kaybolmuş. Toprak Yusuf’a, Yusuf toprağa bakmış; onlar şaşırıp bakadursunlar, küçük bir fidan suyun düştüğü yerden depreşip demiş bre gafiller cümle pirleri çağırıp “hu” deyin. Gelen de giden de Şah-ı Merdan’dan başkası değildir…
Şindik uşşaklar, Haydar Babanız bizim kapının önünden geçende, zannederdim ki şu karşıdaki Örencik Tepesi göğsümün çarpıntısından titremekte. Bıyıklarına bakraç asıp puğara gönderseniz, doldurur getirir, öyle bir adam. Bir gece, acep ben de Deli Yusuf kimin bir “ah” çeksem, Şah-ı Merdan atıp terkisine Haydar’ı getirmez mi demiş bulundum. Daha o gece Deli Yusuf rüyama gelmesin mi? Hz. Ali Efendimizin kılıç çekip suyunu çıkarttığı kayanın yanında, mübarek elinden damlayan suyun yüzü hürmetine boy atan ağacın altında, kâh bakıp bana güler kâh dala bağlanmış kırmızı yaşmağı işaret eder. Uyandım ki nasıl uyandım. Dedim, bu Haydar’ın anasının yaşmağıdır, dedim bu yaşmak belli ki bana hiç nasip olmamıştır. Bir “ah” çektim, Hayber’deki Şah-ı Merdan’ın yüreği gamlandı; sabah ağamın aşını koydum, anamın saçlarını taradım, bir yol puğara gittim, baktım Haydar yukarıdan sökün etmiş gelmekte. Doğrulup gidemedim, dönüp bakamadım, damın direği kimin çakılıp kaldım. Aha şu al yazmayı Haydar Babanız o vakit getirip atmıştır kucağıma. Bu derenin suyu da ne ki, sizi Kesikkaya’ya götürem de bir görün…