Yaz pencereleri

“Açık pencereden parkta oynayan çocukların sesleri geliyor ve ben, burada oturmuş haberleri seyrediyorum,” diye geçirdim içimden. “Dışarıda çocuklar, bir yaz akşamını görünmez mücevherlerle süslerken, pek ciddi bir iş yapıyormuş gibi bir kanaldan diğerine geçiyor, ekranın altından akan haber şeritlerini büyük bir dikkatle okuyor ve tuhaf bir doyumsuzlukla yeni bir hadiseden bahsedilsin istiyorum. Üstelik kendime ve bazı yakın arkadaşlarıma dünyada yeni bir gelişmenin olmadığını, istesek de olmayacağını telkin ettiğim halde. Onlara biraz da şakayla karışık, ilk insan bir kaza eseriydi, diyorum mesela; bir kaza eseri olduğu ve muhtemelen şoktan çıkamadığı için tekrar tekrar kaza yapıp duruyor. Midesi yanıyordu, hala midesi yanmaya devam ediyor; mantarları karıştırdığı için zehirlenip ölüyordu, hala mantarları karıştırdığı için zehirlenip ölüyor. Dünyanın bütün tuzaklarını geçebilirse eğer, bu kez de organ yetmezliği yüzünden, takatten düşmüş bir halde ayrılıyordu aramızdan, şimdi de öyle. Ve sıkça son sözümü Davud Oğlu Vaiz’den bir alıntıyla bitiriyorum: Ne var dünyada, işte şu da yenidir diyebileceğiniz…

“Aslında bu yaz pencereleri” diye geçirdim içimden, “daima bir can sıkıntısına açılır. Muhtemelen ben de şu anda bir başka şey yapmak istemediğim ve bir yerlere gidemediğim için haber seyrederek zamanı öldürmeye çalışıyorum. Çocukluğumun parti isimlerinin neredeyse tamamı değişti, çocukluğumun siyasetçilerinden hiçbiri artık hayatta değil; o komik konuşanı öldü mesela, o hiç kilo almayanı da. Bir de şahin olanı vardı, iki dudağının arasından demirden cümleler çıkardı, o da öldü. César Vallejo’nun şiiri gibi: ‘Hepsi öldü. Köyde ucuz ekmek pişiren, kısık sesli Antonia kadın öldü. Delikanlıların, genç kızların selam vermesinden hoşlanan ve hiç kimseyi ayırmadan, günaydın Jose, günaydın Maria diyerek herkese selam veren rahip Santiago öldü. O sarışın genç kadın, geride bıraktığı küçük yavrusu da kendisinden sekiz gün sonra ölen Carlota öldü. Çekirdekten yetişme hizmetçi Isidora’ya, o saygıdeğer kadına evinin koridorlarında bir yandan dikiş dikip bir yandan da geçmişinden kalan şarkıları söyleyen teyzem Albina öldü. Şimdi adını hatırlamadığım, köşedeki tenekeci dükkânı önünde oturup, sabah güneşinde uyuklayan o tek gözlü ihtiyar öldü. Rayo, şu boyu benim boyuma eş köpek, kim bilir kimin kurşunuyla vurulup öldü. Yağmur yağarken ve anılarımda yokken birden aklıma gelen kayın biraderim Lucas öldü. Birbirini takip eden yılların ağustos günlerinde, bir kedere başka bir kederin üçünü de bağladığı revolverimdeki annem, yumruğumdaki kız kardeşim ve kanlı bağrımdaki abim öldü. Klarnetiyle hüzünlü melodiler çalıp, mahallemdeki tavukları daha güneş batmadan uykuya daldıran o uzun boylu, ayyaş müzisyen Mendez öldü. Sonsuzluğum öldü ve ben yanı başında sabahlıyorum…’”*

“Yaz Pencereleri” diye geçirdim içimden, “hep bir çaresizliğe açılırlar. Sayısız küçük hapishaneden dışarıya yorgun bakışlar kayar; gökte birkaç kuş, sokakta bitkinlikle adım atanlar, nereden geldiği belli olmayan baygın sesler, yüze üfleyen sıcak. Sonra da hiçbir cevabı olmayan bir soruyla gidip yerine oturur insan: Nereye gitmeli? Soruyu soran zaten bir yaz penceresini açmakla hiçbir yere gidemeyeceğini bilir ve tıpkı şimdi benim yaptığım gibi kanepesine kurulur, televizyonunu açar, zevkine göre bir şeyler seyreder. Ben haberleri seyrediyorum. Bu bana dedemden ve babamdan miras kalmış, pilli radyo döneminden beri çok az aksatılan bir gelenek. Akşam tam o saatte ev halkı ikaza gerek duymadan susar, bir gonk sesiyle yedi ajansları başlar, loş odanın içerisine türlü dünyalardan korkular yayılır, ajans bitince de kutsal ibre döndürülüp radyo kapatılırdı. Kapatılmayabilirdi de. Ama pilleri çok çabuk tükeniyordu. Sonra biraz büyüyünce, başka ülkelere ait Türkçe yayın yapan ve doğal olarak tehlikeli bazı radyo frekanslarını aramaya başladık. Ne tuhaf, en güzel şarkıları polis radyosu çalıyordu…

“Yine de” diye geçirdim içimden “yaz pencereleri klimalarla serinletilen evlerin pencerelerinden çok daha şanslı. Bunalmalar, iç geçirmeler, alnındaki teri silerek pencereye yürüyen kızlar, akşam hep birini bekleyen kadınlar, bir yaşlının nereye baktığını asla bilemeyeceğimiz gözleri, bir çocuğun babam geldi diye haykırması, yazın pencereleri açık olan evlerin hikâyeleridir. Yaz nihayetinde bir yaz duygusu da peyda eder insanda, bir yaz gafleti, bir alıp başını bir yerlere gidememe hali. Mesela ben şimdi, hiçbir yaprağın kımıldamadığı, çocuklar evlerine dağıldığı için artık ağırbaşlı haline geri dönmüş parkı seyrediyorum. Hayatları hiçbir habere konu olmayacak birkaç kişi, sessizce bir şeyler konuşuyor orada. Neler konuştuklarını merak ediyorum; sanki bütün yaz pencerelerinin sırrı, canlarını dışarıya atan şu birkaç kişideymiş gibi…

*Metnin çevirisi arkadaşım Behlül Dündar’a aittir.