‘Yaz bitmiş yazıt bırakmaksızın’

Masadaki buğday ekmeğine bakıyorum. Akşam, telaşını ve yorgunluğunu üstüme atıp çekilmiş aradan. Küçük bir kıyameti andıran meydandan, her gün birbirimizi itekleyerek vücudumuza yer açtığımız belediye otobüslerinden, kendimizle konuşurken öylesine dalgınlıkla bakıp geçtiğimiz vitrinlerden, daima bir nedenle sıkışan trafikten, öksürüklerden, lanetlemelerden, küçük kavgalardan yapılma bir akşam. Onun içinden geçmeden, ona günlük ruh yevmiyevimizi vermeden eve dönmemiz mümkün değil. Sonra bir başka yorgunluk başlıyor evde: Ekranlardan odaların ortasına, içine her türden yıkımın mirası doldurulmuş bir bohça bırakılıyor. Her akşam sanki ilk kez açıyormuş gibi merakla açtığımız bir bohça; ortaya saçılanlara da sanki ilk kez görüyormuş gibi hayretle bakıyoruz. Hepimiz ittifakla “hayat” diyoruz, yorgunluğumuzun üzerine gün bitimi promosyonu olarak verilen bu kaba orman hikâyelerine. Bir tek masadaki buğday ekmeği promosyon değil; ve ben hiç değilse onu gülümseyerek selamlaşacak, oturup karşılıklı konuşacak, içten içe dertleşecek kadar tanıyorum. Buğday ekmeği benim çocukluk arkadaşımdır…

Biz kaşla göz arasında, kimseye hissettirmeden uzun bir yolculuğa da çıkarız buğday ekmeğiyle. İlkin nereye gideceğimizi, hangi hatıranın kapısını aralayacağımızı biliriz. Karlar çekilmiş, güzden sürülmüş tarlaların hevesi kabardıkça kabarmıştır. Birden güneşli bir günün ortasında buluruz kendimizi: İşte şurada bir rençper, çuvallardan peştamalına tohum doldurmuş, onları iri elleriyle serpe serpe tarlanın bir ucundan öbür ucuna doğru gidiyor. Yalnız ama yalnız değil; az ilerideki su kaynağı, henüz yeşermeye başlamış söğüt dalları, karşıdaki kayaya doğru efelenerek uçan kartal ve şu torbadan alıp tarlaya serpiştirdiği buğday da onun çocukluk arkadaşları. Adam içi rahat bir şekilde işini yapıyor, sonra ince tırmıklarla geçecek tarlanın üstünden, tohumları heder olmasınlar diye onları toprağın biraz altına indirecek. Ve bütün bunları yaparken alnındaki teri silip yere silkelemesi, arada bir belini tutarak şöyle bir çevresine bakıp dinlenmesi, bir tümseğin üzerine oturup tütün sarması yani bir emeğin güzellikleri de ince bir rüzgârla tarlanın her yerine savrulup duracak. Birkaç yağmur ve biraz güneşten sonra toprak yeşerince, emeğin güzelliğine bir de emeğin neşesi karışacak…

Geçmiş, ziyaretçisini hiç yormaz. Vaktiyle aylar, yıllar süren hikâyeleri bir anın içine toplar ve siz o anın içinde, istediğiniz pencerenin önüne oturup istediğiniz sahneyi seyredebilirsiniz. Buğday ekmeği, birden bir pencerenin önünden diğerine götürüyor beni. Şu yeşermiş ekinler ne çabuk büyüdü, ne çabuk başağa durdu, ne çabuk biçildi de harman yerine taşındı böyle. Ama şenlik hiç bitmemiş; yazmalarını başlarının arkasından düğümlemiş kızlar, yaşmaklı gelinler, artık beyazlaşmış saçlarını saklamakta bir beis görmeyen yaşlı kadınlar, sapla samanı birbirinden ayıran erkeklerin etrafında sürekli bir şeyler yapıyorlar. Kimi çay hazırlıyor, kimi bir bebeğin kundağını sallıyor, kimi buğday torbalarının ağzını açıyor. Onlar öyle koşuştururken, emeğin güzelliğine bir de akşamın güzelliği ekleniyor. Koca bir ay, tam harman yerinin üstünden kızların alınlarına önce, sonra gelinlerin yanaklarına, sonra da yaşlı kadınların dizlerine iniyor. Bir an dünya şu harman yerinden ibaret, birkaç hanelik halkı, gökte bir ayı ve tatlı bir rüzgârı olan küçücük bir yermiş gibi geliyor insana. Kızların hevesi, ayın ışığı ve suların sesi buğdayların gönlünü genişletiyor…

Masamdaki buğday ekmeğine bakarken, çocukluğumda bir gece boyunca taşının uğultusunu dinlediğim su değirmeni de geliyor gözlerimin önüne. Bütün berraklığıyla üstelik. İçeride taşın uğultusu, dışarıda cırcır böceklerinin koro halinde çıkardıkları sesler. Ama bu kez insanın aklını ziyana uğratacak kadar büyük bir gökyüzü var üstümüzde; yıldızlar, yıldızlar, yıldızlar. Dışarıda, değirmenin bitişiğinde taşların üzerine kondurulmuş bir demlikte çay kaynıyor. Orta yaşlı değirmenci bazen içeriye gidip haznedeki darının miktarını, oluktan akıp gelen unun inceliğini kontrol ediyor. Üstü başı bembeyaz, saçları ve kaşları bembeyaz, un tozları onu yıldızlı gök altında benzerine eski hikâyelerde rastlayacağımız bir başka mahlûka çevirmiş. Tütün sarıp içmese, bardağı demliğe götürmese, geceleri ortaya çıkıp sabah yaklaşınca kaybolan bir düş kahramanı sanabilirim onu pekâlâ. Ama gün ağarıyor ve realitenin makası her haliyle masal olan geceyi şeritler halinde kesip güneşe yollar açıyor. Bu yolların sonunda işte şimdi, şurada, buğday ekmeğine bakan adam var. Ne çok yerden geçip gelmiş, ne çok demlenmiş. Dilinin ucunda, bir zamanlar Arseni Tarkovski’den alıp “Bozkır” şiirinde kullandığı bir dize: “Yaz bitmiş yazıt bırakmaksızın”; bir tek şu buğday ekmeği kalmış, esmer bir kitabe olarak. Hiç değilse onu, aslına sadık kalarak okuyabiliyor…