André Malraux’un, Çin’in Şanghay kentinde, 1927 yılındaki devrimci direnişi anlattığı romanı “İnsanlık Durumu”nda, kahramanların zaman zaman huzuruna girip çıktıkları bir adam vardır: Gisors. Yazar, bütün roman boyunca olup biteni bir de Gisors’un baktığı yerden, Gisors’un sözcükleriyle aktarır. Kanın, şiddetin, ihanetin ve ölümün iç içe geçtiği o karmaşada yaşlı Gisors, olayları durgun bir gölü seyrediyormuş gibi seyreder. Okur, onun sözlerini her okuduğunda, dünyanın “hikmet ve tecrübe” penceresinden bakıldığında bambaşka bir görünüşünün olduğunu hisseder. Gisors’un konuşmaları bütün bir mücadeleyi aleladeleştirir ve bizi “olay zaman”ın ötesine taşır. Yazarın, ancak genç bedenlerin enerjisiyle yol alan bir direnişin hikâyesinde “yaşlı bir adam”a bu denli kudretli bir yer biçmesi, doğu geleneği içinde büyüyenler için hiç de abartılı bir durum değildir. Çünkü doğu geleneğinde “yaşlı”, bedenen güçten düştüğü oranda saygınlık elde eden birisidir…
Yaşlılığın, biri bedene diğeri de ruha ve hafızaya tekabül eden iki tezahürü vardır. Bir yaşlı, bedenen gittikçe güçten düşen birisidir; iskeleti zayıflamış, hareketleri ağırlaşmış, dünyevi hazlara cevap verme kudreti sövelmiştir. Ancak onun iktidardan düşmekte olan bünyesi, yeni bir gücün ev sahipliğini yapmaya başlamıştır artık: Bilgelik. Her bir yaşlıda seviyesi farklı olsa da, bütün yaşlı insanlar belli bir görmüş geçirmişliğe sahiptirler. İçinde yaşadıkları toplumun yüz yıllar boyunca kuşaktan kuşağa ulanan inançları, örfleri, tören ve yas ritüelleri şimdi onlar tarafından geleceğe aktarılacak bir borca dönüşmüştür. Yaşlıları gelecek karşısında çoğunlukla karamsar ve tedirgin yapan, devraldıkları emanete karşı yeni kuşağın gösterdiği ilgisizliktir. Tarihin bütün dönemlerinde kuşaklar arasında bu türden bir karamsarlık yaşanmış, ancak dilin ve kültürün bir kuşaktan diğerine akma kabiliyeti, bu karamsarlığı çoğunlukla boşa çıkarmıştır. Her yaşlanan insan hiç farkında olmadan, bir zamanlar gençliğini sınırlandıran tecrübe alanının bekçisine dönüşüvermiştir. Onda hem binyılların birikimi, hem birkaç kuşağın keşif ve yeniliği iç içedir. Hiçbir yaşlı dün bulduğuna, o haliyle saplanıp kalmış birisi değildir. Tam tersine o, kendisine teslim edilmiş dünyaya kendinden bir tazelik katmış, onu az buçuk yenilemiş birisidir. Zaten tecrübe de, o büyük hayat ırmağının içinde kendi kulaçlarını atarken birikmiştir…
Tecrübenin yazıdan çok şifahi yollarla aktarıldığı bütün zamanlarda, yaşlılığın bir okul haline getirildiğini söyleyebiliriz. Bu cümleden, yazılı kültürlerde yaşlılığın yerini kâğıtla aktarılabilen bilgilerin aldığı çıkarılmamalı. Çünkü yazılı kültürlerde de okumuşluğa değer katan onun hayatla harmanlanabilmiş olmasıdır. Şifahi kültürlerde “yaşlı”, toplumun inanç ve deneyimlerini geniş bir sabırla ve belli bir çekicilikle yeni kuşaklara aktarıp durur. Doğu toplumlarında hikâye etme geleneğinin bu denli gelişmiş olmasının en önemli sebebi budur. Walter Benjamin, “hikâye” anlatıcısını “roman” anlatıcısından ayırırken, tam da bu noktaya yaslanır: “Hikâyeci, deneyim aktaran birisidir.” O her kıssadan bir hisse çıkarılmasını ister. Öyle anlaşılıyor ki, şifahi kültürlerde yaşlı, kuru bir öğretici değil, anlatısını merak unsurlarıyla süsleyen ve dinleyenini kendisine bağlayan göz alıcı bir öğretmen pozisyonundadır da. Tam bu noktada yaşlılık, nispeten sanatsal bir form halini alır. Hayatın hikâye edilişi, onun, yaşlılığın hikmetli penceresinden, tatlı dilliliğinden, hayal perdesinden yeni baştan inşa edilme sürecidir…
“Kuşaktan kuşağa” deyiminin en rafine hali, yaşlıyla çocuk arasındaki ilişkide ortaya çıkar. Yaşlı, garip bir şekilde hem ölüme hem de çocuğa olabildiğince yakın duran birisidir. Kendi ölümünün ipek denizine açılmadan önce, öleceği âlemden henüz gelmiş çocuğu koklar. Büyük bir şefkatle yapar bunu. Feleğin çarkına henüz tutunmaya çabalayan çocukla, feleğin çarkından düşmek üzere olan yaşlı arasındaki muazzam buluşma sırasında, bir kültürün en lezzetli meyveyi yetiştirdiği sıra dışı bir bahçe yeşerir. Biz hepimiz, bu buluşmanın, yani çocukla yaşlının birlikte yeşerttiği bahçenin ürünü olabildiğimiz oranda sağlıklı bir ruh-beden ilişkisine kavuşuruz. Sadece bu da değil; bir kültürün teminatıdır bu buluşma. Ölmekte olan, kendisini en uzun süre anımsayacak olana, dilim dilim hayat teslim eder. Çocuk yaşlıyı, ömrü boyunca taşıyacak “şimdilik” haylaz bir taydır. Kuşkusuz, kültürün çocuğa belletilmesi sadece yaşlı-çocuk arasındaki bir alışverişten ibaret değildir. Ancak, bu diğer bütün tecrübe aktarımları içinde ilk iz bırakan ve zemini oluşturan naif bir ilişkidir. Yaşlıyla çocuk arasındaki bağ koptuğunda, çocuğun hafızası her türden yolsuz işgalin mekânı haline gelir. Dünyanın yeni nesillerinin başına gelen de budur…