Yanlış anlaşılma korkusu

Önceki hafta Kagem’in (Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Aile ve Gençlik Merkezi) davetiyle Ankara’da “Yanlış Anlama Korkusu” üzerine bir konuşma yaptım. Program Kocatepe Gençlik Fuarı’nın faaliyet kapsamı içinde gerçekleşti. Kagem’e ve sorularıyla konuşmama katkıda bulunan gençlere teşekkür ediyorum.

Olguların çeşitli açılardan konuşulamadığı, farklı bakış açılarının söz söyleme şansının daraldığı ortamlarda yanlış anlaşılma korkusu ya sessizliğe yol açar ya da laf kalabalığına.

İnsaniyet şartlara teslim olmamakla kazanılan bir hal, bir konum. “Neysen o ol”, diye bağırıyor kültür; “neysen o olmamalısın” diye bastırıyor bilinç… Düşündüklerini söylemekten menfaat icabı geri duran kişi, “neyse o” olmamayı nasıl başarabilir?

Şüphesiz düşünme cesaretinden yoksun bir gençlikle aradığımız ilim ve sanatsal sıçramayı gerçekleştiremeyiz. İçtenlikle konuşmanın bir tehdide dönüşmesi halinde kültür hayatı zaten çölleşir, tabii siyaset de. Kagem Müdür Vekili Nurcan Yavuzyiğit’le daha sonra yaptığımız sohbetlerde irdelemeyi sürdürdük konuyu: Kabuk bağlamada sağlamlık arayan insandan içtenlikli bir tebessüm bekleyemezsiniz. Beri taraftan çeşitli iftiraların çok kolay atıldığı ortamlarda kimileri için suskunluk yanlış anlaşılma korkusunun tek çaresine dönüşür. Suskunluk sarmalı da böyle oluşmaz mı? Yanlış anlaşılmaktansa cümlelerinden kısıp meramını içine atar hale gelirsin.

“İnsanlar yanlış anlar…” Atkaracalarlı şair Cevriye Banu vefatından iki yıl önce, 1915’de divanını yaktı bu korku veya endişe yüzünden. Kendi düşünme cesaretiyle Müslüman olmuş Odessalı bir genç kız, Asya İlçenko da, “Yazmak içimi açmaktı, vazgeçtim” dedi bana 2018’in başlarında.

“Taşra” sadece somut bir yerleşim iklimi değil, kendi haline terk edilmişliğiyle oluşan küçük iktidar çatışmalarının sıkıştırdığı dünya.  Orada düşünür ama hemen söylemezsiniz, çıkar ağlarını sorgulayacak söz sağırlık ortamında dağılır gider.

Yanlış anlama hali nadiren bir anlayış kıtlığının eseridir. Kapalı yapılarda yanlış anlama tepkileri asıl, vahim yanlışlar konuşulmasın diye de sürdürülür.

Yanlış anlaşılma korkusunun sessizliğinde aşırılığa kaçar söylemler: Bir aşırı övenlerin sesi vardır bir de aşırı yerenlerin.

Eleştiri ve şeffaflığın esas alındığı yerleşimler nerede olurlarsa olsunlar, bir canlılık, güven ve sağlamlık sergilerler. Taşra, metropol kapsamında bile olsa eleştiriye dayalı ahlakın silikleşmeye hazır olduğu yer; Aliya bunu bize ayrıntılarıyla tasvir ediyor Özgürlüğe Kaçışım’da.

Küçük yerleşimlerde hele liyakat yerini “benim tarafımın hakkı” anlayışına terk ettiğinde daracık kamusal alanda işler zan ve iftira uğultusu altında yürümeye başlıyor. Memur, yüksek mevkide sahip isimleri tanıdığını, onlara her an arayabilecek kadar yakın olduğunu öne sürerek bir taraftan umut vaad ediyor ve çıkar sağlıyor, diğer taraftan hileli hurdalı işlerine itirazları tehditleriyle bastırıyor. Güya en üst makamlara ulaşabiliyor ya, kanunsuz işlerine ne olur ne olmaz diye göz yumuluyor, kötülüklerinin üstü örtülüyor. Mesela şunları söylüyor pasif hale getirmek istediği memura: “Fetöcülükten alınacaktın, ben Başbakanlık’ı arayıp seni kurtardım.” Umut vaadleri ve tehditleriyle vatandaşı özel güçlere sahip olduğuna inandırıyor, ne de olsa yoluna taş koyan memurları yerinden edebildiğinin örnekleri var. İtiraz eden vatandaş hayatını alt üst edecek bir komployla karşılaşma endişesine kapılıyor bir yerde. İnsanın aklına Dostoyevski’nin Ecinniler’inde, giriş sayfalarında tasvir edilen küçük şehir entrikaları hatırlatıyor anlatılan hadiseler.

İftira, ses kaydı, videolar… Biz bu yöntemle güç arayışının hangi felaketleri çağırdığını öğrenmemiş miydik?

Daha somut bir başka örnek vereyim: Adam petrol ofisi sahibi. 15 Temmuz’dan bir ay sonra kendisine ceza yazan polisi Fetöcü diye şikâyet edip açığa alınmasını sağlıyor. Kirli ilişkiler ağının dayanışması tarafından bastırılan böyle ne çok hikâye var! Kendisini başarılı göstermeyi bilen aynı kişi köylere kilit taşı ihalesini almayı da başarıyor ama bütün köyler yol yapımında kum yerine toprağın kullanılmasından şikâyetçi. Bunu dile getirecek olan ise “Fetöcü”lükle damgalandığında masumiyetini ispat etmesi belki yıllar alacak.

Öyle ya Ecinniler; kendi çıkarları dışında geriye kalan her şeyi harcamaya hazır ve kişiliksizleşmeyi olağanlaştıran entrika makinesi. “Ayyaşlığı, iftiraları, ispiyonculuğu salıvereceğiz insanların üstüne” diyor ya Peter Verhovenski…

Dürüst bir söyleşinin sorularına verilecek cevapları olmayan kapalı yapılar “karda yürüyüp izini belli etmeme”yi şiar edinirler; bunun bir örneğine toplum olarak büyük bedeller ödeme pahasına şahit olduk. Anlattığım örneklerde ise çıkar ağının kötülükleri umut bezirganlığı ve şantajlarla örtbas ediliyor. Elbette ki liyakata önem veren toplumlar işte bu şekilde yayılan kamusal istismar düzeneği karşısında kendilerini aciz hissetmezler.

Kagem Fuarı’nda gençlerle konuşurken dile getirdiğim gibi: Bir fikri sürdürebilmek, fikir namusuna sahiplik, içtenliğe ihtiyaç duyuyor ve elbette tutkuya. Kötünün, sırf kendi cemaatimizden diye, statükoyu korumasından emin olunduğu için kayırılması, fikir namusunun hükümsüz kılınmasıyla aynı şey. Üst düzey tanıdıklara sahip olmaya bu denli önem atfeden bir toplumun bu nedenle derinleşen zaafları nasıl ortadan kaldırılacak? Sürekli, her fırsatta gözden geçirilen liyakat ölçüleriyle.