Yalnız ağacın söylemedikleri

İki sanatçıyı izlerken birbirlerini çağrıştırırlar bana. Galiba bunun ilk sebebi şehir içinde gezinirken can alıcı ayrıntıları görme istidatları. Kıyıda köşede kaybolmuş izbenin denizliğinde gülümsemeyi başaran sardunya saksısı, onlar için kuşakların yanılgısına düşmeme sebebi: “Hayır, her şey daha kötüye gidiyor diyenlere kanmayın, karamsarlık gibi bir lüksümüz olamaz, hayat devam ediyor, umut duyabiliriz.”

Sadelik ve duruluk arayışları değil sadece, etraflarına yaydıkları bereket açısından da benzer temalarla yol arıyorlar. Türkiye Müslümanlarını sinemaya geciktiren sebeplere karşılık Mustafa Kutlu kendi kuşağının arasından sıyrılarak merkezi bazı çalışmalara katıldı veya destek verdi. Sözünü ettiğim 1960’lı, 70’li yıllar. Türkiye ve İran’da pornografik filmler sinema salonlarını istila etmiştir. Hatta İran Devrimi’ni tetikleyen olaylardan biri, Abadan’da bir sinema salonunun ateşe verilmesi olmuştur. Esasında salonu SAVAK ajanları yakmıştı. Fakat verilmek istenen izlenim, sinema düşmanı “mürtecilerin” salonu yaktığı şeklindeydi.

Kiyarüstemi, resim ve grafik eğitimi gördü. Reklam filmleri çekti. Çocuk kitapları için resimler yaptı. Tahran’da 1970’lere doğru kurulan Çocukların ve Gençlerin Zihinsel Gelişimi Merkezi’nde bir sinema birimi oluşturdu. Bu birim, devrimden sonra adını duyuracak olan birçok yönetmenin çalışmalarına destek verdi.

Mustafa Kutlu hep bir sanat ve edebiyat muhiti geliştirme çabası içinde sürdürdü çalışmalarını. Öğretmenlik yaparken resim ve öyküde yol almayı sürdürdü. Resim, onun çalıştığı dönemde inzivaya götürürdü Müslüman bir sanatçıyı. Bu nedenle olmalı, Hareket dergisi merkezinde bir kültürel dalgalanma ve arayışın Dergâh’la devam eden üretken, uzun soluklu temsilcisi oldu. Öyküleriyle farklı bir imkânı gösterdi edebiyat okur ve yazarlarına. Resim yapmayı kısıtlı bir şekilde de olsa sürdürürken fotoğraf ve sinemayla ilgilendi ve dönemin ruhunu kavrayan bir minyatür nakşeder gibi öyküler kaleme aldı.

Kutlu, İran sineması üzerine yazmaya beni teşvik ederken, özellikle Kiyarüstemi’nin çalışmalarına yönelik beğenisinin altını çizmiştir hep. Kiyarüstemi onun için “Bizim Abbas”tı. Kiyarüstemi ise, röportaj talebiyle Tahran’daki evine gittiğimde Dergah’ı inceleyip, “Ben bu dergiye röportaj veririm” demişti.

İki sanat ve edebiyat ustasının üslupları belirgin bir şekilde benziyor. Minimalizmin imkanlarını zorluyor, sıradan görünendeki yüceliğe ışık tutuyorlar. Sözü uzatmadan, süslemelere girmeden yazıyor ve çekiyorlar. Kiyarüstemi, 1969’da yaptığı kısa filmi “Ekmek ve Sokak”tan bu yana neredeyse aynı filmi yeni, yepyeni açılardan çekiyor. Hayat işte bizim bulduğumuz gibi, muhteşem, merhametli ve aynı zamanda elde olmayacak ölçüde de acımasız; öyleyse biz ondan daha fazla ne öğrenebilir ve ona hangi açıdan katkı sunabiliriz? Kutlu’nun iyimserliğinin bir açıklamasıdır bu: Dünyaya atılmadık, indirildik. Aliya’nın altını çizdiği gibi, “dünya ret yoluyla kazanılmaz, gerçek dünyanın kabulü, onu değiştirmenin veya kazanmanın ön şartıdır.”

Kiraz’ın Tadı’nın (1997) kahramanı Bedii Bey ve Huzursuz Bacak’ın (2008) kahramanı Ömer Faruk geri çekilmeye zorlayan güçlü etkilere karşılık, tabiatın (fıtratın) çağrısına kulak verirler nihayet.

“Bu Böyledir” (1987) ile “Dostun Evi Nerede”nin (1987) aynı yılda basılması ve gösterime girmesi bir tesadüf mü? Şartların zorlamasına ve çıkışsızlık hissine karşılık ahlaki endişelerle asli önemi haiz keşfe (ve ödeve) doğru arayışını sürdürüyor, her iki eserin de kahramanı. Elbette gerçek layıkıyla anlaşıldığında hakikate bir yol açar. Göze sokulmadan işlenen toplumsal eleştiri, kötülük sebebi olarak göstermekten uzak dursa da yoksulluğun acılarındaki payımızı düşünmeye sevk eder.

Her iki sanat ve edebiyat ustası da isteselerdi ekranlardan, kalabalık salonlardan eksik olmazlardı. Ne var ki ikisi için de temel kaygı, eseriyle hakikate ulaşmayı sürdürmek olarak görünüyor. Bununla birlikte, öğrenci yetiştirmek söz konusu olduğunda etrafları hep kalabalık.

Kiyarüstemi, resmi düzeyde çalışmalarının görmezden gelindiği ülkesine bağlılığını “ağaç” metaforuyla anlatmıştı. “Başka bir coğrafyaya nakledildiğinde yine meyve vermeyi sürdürebilir, gelgelelim tatları aynı olmaz bu meyvelerin, solgunlaşır, güzelliğini yitirir.”

Yol (sokak) ve ağaç, her iki ustanın eserlerinin sahici ve metaforik unsurları. Kiyarüstemi’nin yol ve ağaç fotoğrafları, 2007’de New York’taki PS1 Contemporary Art Center’da sergilenmişti. Mustafa Kutlu’nun tablolarında ise tek ağaç, kendi haline terk edilmişliğinde, Anadolu insanının dayanma gücünü yansıtan bir sembol olarak vurgulanmaktadır. İki sanatçı da geleneksel kültürden besleniyor, ancak bu kültürü tekrarlamıyor, yorumluyor ve açıyorlar. Kiyarüstemi, Hafız ve Sadi şiirlerine şerhler koyduğu kitaplar yayımladı. Mustafa Kutlu ise minyatür sanatına özgü duruluğu hissettiren metinlerle geleneğin sürüp gelen ve hayat içinde etkisini sürdüren değerlerini görmeyi sağlayan bir metafor silkelemesi yapmayı, bir kavramsal ve imgesel tazelenme gerçekleştirmeyi başardı. “Yıldız Tozu” isimli, zor tecrübelerin çocukluğa has büyünün imbiğinden geçirildiği çocuk hikayesini yazdı. (2007) Uzun ve –şimdilerde Dergâh’ın arka kapağında bir fotoğraf yorumu gibi yer alan- kısa hikayeleri, dolaylı yollara sapmadan şu iyi düşünceyi iletir okura: “Kötümserliğe kapılma lüksümüz yok.” Aynı zamanda Kiyarüstemi’nin hayat ve sanat görüşünü yansıtan bir cümle bu. (Murat Pay ve Celil Civan’ın yaptığı röportajda açıyordu Kiyarüstemi bu bakışını, Hayal Perdesi’nin 30-31. sayısında).

Hayatı doğru yaşamak, faydalı bir iz bırakmak geride ve elimizi kolumuzu bağlayan bütün sebeplere, avareliğe vurmaya yol açacak bütün çağrılara karşılık oranın, ait olduğun yerin kıymetini dünyaya dağıtarak beslemek varlığı… Farkına varıp dile getirmek, farkına varıp şükretmek, hayreti ve haşyeti sürekli yeniden kazanmak; böyle söylediler usanmadan ve hâlâ söylüyorlar.

Mustafa Kutlu’nun ağacı şimdi, Kiyarüstemi’nin mezar taşında belirdi. Bir rastlantı değil bu buluşma, olağan dışı da değil, yine de düşündürüyor, yalnız ağacın temsili ve önümüze koyduğu sorular üzerine.

Kuşkusuz iki sanatçı arasındaki önemli farklar da ayrı bir yazı konusu olurdu. Yalnız ağacın hayat ve ölüm, fanilik ve sonsuzluk üzerine söylediklerinin yanı sıra bir de söylemedikleri var.