Şuraya bir bak: Cengiz Han batı seferine çıkıyor ve ordusunda tarihin kayıt defterine hiçbir zaman girmeyecek yüz binlerce insan var. Aşçılar, seyisler, nalbantlar ve başları bir başak tarlası gibi bozkırda sallanıp duran süvariler kaderin ritmini bozmadan, sessizce verilecek emirleri bekliyor. Muazzam bozkır göğünün altında mahşeri bir kalabalık birikmiş. İçlerinden çok azı çıkılacak olan seferin yön bilgisine sahip. O azlar dışında bir de çoklar var. Bir el işaretiyle gösterilecek yöne yönelen. Kuzey ya da güney fark etmiyor onlar için; doğu ya da batı da fark etmiyor. Niçin böyleler, niçin hep verilecek bir emri bekliyorlar? Onları yalnızca bir toplamdan ibaret hale getiren ve o büyük toplam için her birini yazgısından sarfınazar ettiren kudretin karşısında neden bu kadar çaresizler? Yalnızca bir toplamdan ibaret oldukları için, içlerinden hiçbirinin ismini de bilmiyoruz. Tarih de onlarla sadece bir yekûn olarak ilgileniyor; “Cengiz Han’ın Büyük Batı Seferi” başlığını atarken, yapraklar gereksiz ayrıntıyla dolmasın diye, Han’ın kalabalığını bir ismin içinde sıraya diziyor: Ordu. Anlıyoruz ki tarih, zayıfları bir sözcüğün içerisine istifleyen gücün ve muhayyilenin emrindedir…
Bir de tarihle ilgilenen insanlar var. Bir bilim olarak değil, bir arzu olarak tarihe yönelen insanlar. Geleceğin anlatıcıları tarafından bir sözcüğün içine istiflenip bir kenara atılacak olan bu insanlar, kendini dev aynasında görmek için sıkça tarihin karşısına geçerler. Ve bu dev aynası yüzünden de geçmişe baktıklarında kendi muadilleri olan ‘yok sayılmış özne’ ile hiç karşılaşmazlar. Nalbanttırlar ama Cengiz Han’ın ordusundaki nalbantlar akıllarının ucundan bile geçmez; o orduyu kendileri gibi bir aşçının doyurduğunu düşünmezler; bu koca ordu onlar için süvarileriyle, yüküyle, tozu ve toprağıyla birlikte Cengiz Han’ın ordusudur. Ona Han’ın yekûnu olarak bakarlar. Bu bakış, bir zincirin halkasıdır. Tarihin zinciri, gelecek tarafından yok sayılacak olanın, geçmişteki muadilini yok saymasıyla inşa edilir. Ve el birliği ile ayrıntılarından ayıklanmış bu zaman dilimlerine ‘büyük geçmiş’ adı verilir. Tarihi okuyanın, tarihi yazanın tuzağına gönüllüce düştüğü bir zaman kuyusu derinleştikçe derinleşir. Sonunda kitle, bir çıkrıkla onu kuyudan çıkaracak kahramanını bekler…
Şu büyük anlatı zincirinin dışına çıkıp geçmişe bir başka gözle bakmak hiç de kolay değildir. Tarih anlatıcısı, odaklanabileceğimiz çok az ayrıntı aktarmıştır bize. Cengiz Han’ın ordusunda nalbantların olduğunu, Cengiz Han’ın ordusunda bulunan sayısız atın varlığından çıkarırız. Atları varsa nalbantları da vardır, bu meslek birileri tarafından bir biçimde icra edilmiş olmalıdır. Ama bu sözcük de nihayetinde bir yekûna işaret eder. Han’ın kaç nalbandının olduğunu, hangi kabilelerden geldiklerini, isimlerini, yaşlarını, bir akşam vakti yıldızlı bozkır göğüne bakarken neleri ve kimleri düşündüklerini hiç bilemeyiz. Onlar hem var hem yokturlar. Han’a değil de nalbandına yönelen ve şu ‘büyük anlatı zulmü’nü bir biçimde çatlatmayı arzulayan biri, nalbandın bilgisini ancak hayali olarak inşa edebilir. Bozkırdaki hanı değil de bozkırdaki nalbandı hayal etmek bizi zaman yapıcının elinden de şerrinden de bir parça olsun kurtarır. Bu aynı zamanda yok sayılmış özneyi yok saymama ve zamanı adaletle kavrama deneyimidir. Nalbandın dünyasını, bir gününü, bir anını hayal ettikçe, kendimizi yekûnun dışına çıkarır, özgürleşir ve yalnızlaşırız. Artık ortada bir “tarih” bir de “karşı tarih” vardır. İlkinin yekûnu, orduları, kahramanlıkları, zaferleri; ikincisinin ise nalbantları ve aşçıları…
“Karşı tarih” bir ideoloji değil, bir görme biçimidir. Geçmişe baktığında ne gördüğünle ilgilidir daha çok. Ama insan geçmişe başka, bugüne başka bakmaz. Kendi zamanını yekûnlaştıran biri zaten tarihin kurgulanışını sorgulamaz ve onda zalimce bir yan olduğunu aklının ucundan bile geçirmez. Aslında “karşı tarih”, kişinin gelecekte yok sayılmış bir özneye dönüşmemek için verdiği bir savaştır. Karşısında düzenli olarak yağlanıp işletilen bir yekûnlaştırma atölyesinin çalıştığının da farkındadır. Devletler, inançlar, şirket ruhları, takımdaşlıklar, hemşerilikler şu yalnız varlığa kucak açıp durmaktadır işte. Yıldızlı gök altında bir başına durmakta zorlanan herkes, kendisine uygun bir kuyu bularak tarihin işini kolaylaştırır. Geriye, “karşı tarih”in adamları kalır. Onlar gerçek yalavuzlardır; bazen bir dağ tekkesine çekilmiş, bazen bir kütüphaneye sığınmış, bazen adresi olmayan yolculuklara çıkmış, şu büyük anlatı değirmenine düşüp öğünmemek için her yolu denemişlerdir. Bana öyle geliyor ki Tanrı, tarihi yapıp sonra ona tapanlara değil de, şu yalavuzlara, şu “karşı tarih” adamlarına daha yakındır…