Trablusgarp Savaşı’nın devam ettiği sırada Osmanlı iç siyaseti adeta kaynayan bir kazan gibiydi. Meclis’in açılıp Kanunu Esasinin ilan edilmesinin ardından patlak veren 31 Mart Vakasının bastırılması İttihat ve Terakki Cemiyetinin siyasetteki ağırlığını hissedilir biçimde arttırmıştı. Bununla birlikte ordu içerisinde ittihatçılara karşı cephe alan bir grup da vardı. Meşrutiyet’in başlangıcından beri devam eden cemiyet ve ordu ilişkisi dikkate alındığında ittihatçı askerlerin daha çok itibar görmesi, tayinlerinde kolaylıklar sağlanması, cemiyetin dışında kalan grubun Sultan II. Abdülhamid devrinden itibaren yaşadıkları sıkıntıların giderilmemiş olması, orduda Alman yanlısı bir siyaset izlenmesi bu muhalif grubu ortaya çıkaran en temel nedenlerdi. Ayrıca siyaset kurumunun vatandaşa güven verir bir şekilde sağlıklı işlememesi politikaya heveslenen zabitler için bir cesaret vesilesi olmuştu. Ordu içerisindeki bu muhalif grubun adı Hâlâskâr Zâbitân idi.
Asker arasında particilik…
Hâlâskâr Zâbitân, İttihat ve Terakki ile siyasi anlamda mücadele eden Hürriyet ve İtilaf Fırkası tarafından desteklenen bir hareketti (destekleyenler arasında Prens Sabahattin de vardı). Ordu içerisinde devam eden bu karışık durum karşısında Sait Paşa kabinesinde Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa, askerin siyasete karışmamasını öngören bir yasa tasarısını meclise sevk etti. Bu yasa siyasetle uğraşan askeri personelin iki aydan dört aya kadar hapsini ve kıtasının değiştirilmesini, suçun tekrar etmesi halinde cezanın ağırlaştırılmasını öngörüyor ayrıca siyasi partilere kaydolan askerlerin de meslekten ihraç edilerek altı aya kadar hapsedilmesini talep ediyordu. Ancak bu tasarı, Mahmut Şevket Paşanın istifası (Paşanın istifa nedeni olarak Arnavutluk’ta çıkan isyanda gevşeklik göstermesi ve askerlerin siyasetle uğraşmasını engelleyememesi gösterilir) ve Said Paşa Kabinesinin dağılması neticesinde kanun haline gelemedi. Yeni gelen Ahmet Muhtar Paşa kabinesi ise sadece askerin değil memurların da siyasetle iştigal etmemesi için bir takım kararlar almış ve önce askerlere imzalatılmak üzere bir yemin hazırlattırmıştı. Yeminin orijinali şöyle: “Hâfi ve celî hiçbir cemiyyet-i siyasiyyeye dâhil olmayacağımı ve devletin umur-u dâhiliye ve hariciyesine hiçbir sebep ve suretle müdahale etmeyeceğimi, Cenab-ı Hakk’a kasem ve namusumla temin ederim.”
Meclis Başkanını tehdit ettiler…
Ahmet Muhtar Paşa sadrazamlığındaki yeni kabine henüz iş başındayken Meclis Başkanı Halil Bey’in şahsına gönderilen Hâlâskâr Zâbitân imzalı tehdit mektubunu oturumda tüm mebuslara okuması yaşanan siyasi karmaşayı daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Mektupta askerler şu ifadeleri kullanıyorlardı: “Gerek İttihat ve Terakki muhitinde ve gerek Meclis-i Mebusan sahasında vatan için hiç te hayırlı olmaksızın vukua gelen harekât-ı sefihanıza zamimeten (ilaveten) bu defa da nezd-i Şahane de sebk eden (vaki olan) teşebbüsat ve entrikalarınız grubumuzca malum olmakla ve bu da mucib-i cezayı azim görülmekle beraber pis kanlarla lekelenmek arzu etmediğimiz için ihtara lüzum görüyoruz ki, milletle beraber ordunun metalibat-ı muhikkasının (haklı isteklerinin) en mühimini teşkil eden Meclis-i Hazır-ı Mebusan’ın ve daha doğrusu Fındıklı kulüp ve tiyatrosunun feshi hususunda bir engel olmadığınızı ve hatta tervic-i metalibimiz (taleplerimizi kabul ettirmek) yolunda bi’l-fiil çalıştığınızı 48 saatte izhar ve ispat etmez iseniz üzerimize terettüb eden (gereken) vazifei vataniyeyi tamamen icra edeceğimizi ihbar ediyoruz.”
Mektubun okunmasından sonra mecliste, büyük bir protesto olmuş, Talat Bey ”alçaklar” diye bağırırken Hacı Mustafa Efendi ”ölmeye hepimiz hazırız” diye haykırmıştı. Mebuslar ancak Harbiye Nazırı Nazım Paşanın meclise gelerek gerekli soruşturmanın başlatıldığını ve birkaç kişinin de yakalandığını belirttikten sonra sakinleşmişlerdi.
Savaş dahi siyasi kutuplaşmayı engelleyemedi…
Ordu içerisinde er seviyesine kadar inmiş bu kamplaşmanın ilk vahim sonuçları Balkan Harbi esnasında görüldü. İttihatçı itilafçı çekişmesi savaşın kısa süren ilk evresinde trajik mağlubiyetler alınmasına neden oldu. Bu süreçte yaşanan Trablusgarp ve Balkan Harbi ayrıca Arnavutluk’un bağımsızlık için attığı adımlar Ahmet Muhtar Paşa Kabinesinin dağılarak yerine Kamil Paşanın sadarete gelmesine yol açtı. Kamil Paşa’nın Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile iyi ilişkiler içinde olması İttihatçı grubun gücünü zayıflatıyordu. Öyle ki kısa bir süre sonra hükümet, İttihat ve Terakki mensuplarını tevkif etmeye (Balkan Harbinden sorumlu oldukları düşüncesiyle) başlamış, Talat Paşa dâhil tanınmış pek çok ittihatçının peşine düşmüştü. Ancak polis teşkilatının içinde yer alan ittihatçı amir ve memurlar tutuklanacakların listesini el altından cemiyet yetkililerine (Sudi Bey’e) bir şekilde ulaştırıyorlardı. Bu sayede kaçmayı başaranlar olduğu gibi saklanmakta geç kalan Aydın Mebusu Ubeydullah Efendi ve Süleyman Nazif Bey gibi yakalanıp Bekirağa Bölüğüne kapatılanlar da oldu. Talat Bey İstanbul’da gizlendi bazı arkadaşları Avrupa’ya bazısı da İzmir’e kaçtı. Enver Paşa ise Romanya’daydı.
İttihat ve Terakki kurmayları bu bunalımdan ancak darbe yaparak çıkabileceklerini düşündüler. Meşrutiyetin ilanından beri süre gelen siyasi kutuplaşmanın sadece politik alanda değil ordu içinde de kendini göstermesi iktidar mücadelesinin kanlı bir baskınla sonuçlanmasına neden olacaktı. Nitekim İttihatçıların önde gelen asker ve sivil mensupları darbeyle (Halaskar Grubuna mensup olduğu ileri sürülen Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürülmüştü) Kamil Paşa kabinesini indirmiş, daha evvel askerin siyasetle ilgilenmemesi için meclise yasa teklifi veren Mahmut Şevket Paşa başkanlığında tamamen ittihatçılardan müteşekkil yeni bir hükümet kurmuştu. Bu hadisenin ardından İttihat ve Terakki Fırkasının devlet kontrolü fiilen I. Cihan Harbinin sonuna kadar devam etti.
Meşrutiyetler devri, ülkemizin şu anki siyasi tablosunu anlamada son derece öğretici bir zaman dilimidir. Sadece asker değil sivil odakların da darbelerin merkezinde yer alabileceklerini dikkate alarak geçmişimizde var olan politik hesaplaşma ve kutuplaşma kültürünün toplumun hemen her kesimine zamanla sirayet etmemesi elbette düşünülemez. Bugün yaşadığımız siyasi manzara da yakın tarihimizin bize bıraktığı mirasla aynen devam ediyor, değişen pek bir şey yok…