Yağmur altındaki mülteciler

Saraybosna’nın parklarında, sokaklarında yatan mültecilere bakıyorum. Gündüz sırt çantalarıyla, ellerinde cep telefonlarıyla geziyorlar, bir haber bekliyorlar gibi. Onları ümit diyarına, evlerin çikolatadan, nehirlerin limonatadan, dağların reçelden olduğu diyara götürecek bir haber… Çocuklu aileler, on beş ile otuz yaşları arasında gençler, evini, memleketini, yakınlarını bırakmış da gelmiş. İnsan ticareti yapan şebekelere varını yoğunu vermiş, iyi bir hayat sürmek için buraya, Bosna’ya kadar gelmiş sokaklarda sürünüyorlar. Afganistan, Pakistan, İran, Fas, Tunus, Bangladeş, Cezayir, arada bir Suriyeli bir aile…
Birileri onlara iyi bir hayat vaadetmiş, iyi hayatın da Güneş’in battığı yerde olduğunu anlatmış. Kaçtıkları yerde kendi aralarında kavgalı, belki kavgadan kaçmışlar, buraya geldiklerinde kendi aralarında kavgalarına devam ediyorlar. Haberlerden mültecilerin arasında kavgaların, dövüşmelerin, bıçaklamaların olduğunu öğreniyoruz. Kimsenin elinde belge yok, ne derlerse inanmanız gerekiyor. İlk gelmeye başladıklarında hepsi Suriye’den geldiğini iddia ediyormuş, fakat Arapçaları, hatta Suriye lehçesinde iki kelime bilmedikleri ortaya çıktığında, vazgeçmişler. Binlerce Euro karşılığında insan tüccarları tarafından buralara getiriliyor, ortada bırakılıyorlar. Aralarında kanun kaçakları da mevcut olabilir, kim bilsin, ellerinde evrakları yok ki…
Yıllar önce Türkiye’den kaçak yoldan Avrupa ülkelerine gitmek isteyen, bu veya şu sebepten mahkemeye düşmüş, ellerinden son kuruşu alınmış, zar zor biriktirdikleri para karşılığında sahte paralar almış zavallı insanları görüyordum. Hırvatistan sınırından Bosna’ya geri gönderilmiş, Sava Nehri üzerinden sandallarla Hırvatistan’a geçmeye çalışırken sandalları batmış, yüzmeyi bildiği için hayatını kurtarmış olanları, boğularak ölen yakınlarını kurtaramayıp onları kaybedenlerı görüyordum. Vadedilmiş güzel bir hayata giden çocuklarını metal kutularda karşılayan ebeveynleri… Bu gençlerin ulusu, uyruğu, rengi, mezhebi, dili, dini farklı olabilir, fakat ortak bir noktaları var: bir yerde insanın onuruna dokunmayan rahat bir hayat, rahat bir geçim elde edebileceklerine inanarak, onları bu vaat ülkesine götürecek şebekelere yüklü bir para vermiş, belirsizlik satın almışlar. Verdikleri para ile memleketlerinde bir iş kurabilirlerdi, hatta o para ile yıllarca geçinebilirlerdi.
İnsanın gururuna dokunmayacak hayat isterken, insanın gururuna dokunan yolculuk yapıyorlar: hayvan vagonlarında, tırlarda, ormanların içinden yürüyerek, hiç de istenmedikleri, onları hiç kabul etmek istemeyen, önlerinde sınırlarını kapatan, sınırlarda gümrük polislerine bu zavallıları engellemek için silah tutuşturup her türlü güç kullanma yetkisini veren Avrupa ülkelerine gitmeye can atıyorlar. Avrupa ülkelerinde üç dört bin Euro maaş alıyorlar diye duymuşlar… bir sene içinde borcunu kapatacaklarmış… Ne dil biliyorlar, ne de ellerinde bir meslek, ellerinde bir kuruş da kalmayınca…. bir lokma için turistlere, sokaktan geçen vatandaşlara, polislere saldırmak kalmış… Polis bu zavallıları kovalıyor, geri gönderiyor, tekrar geliyorlar. Avrupa adli kuruluşları bunları getiren, dedelerinin ocağını bırakmaya ikna eden, insanın gururuna layık bir hayat vaadı karşısında yüklü bir para veya altın miktarı alan şebekelerle ilgileneceğine, vatandaşın evinin önünden bir parça odun çalan mültecilerle uğraşıyor. Orada kazanan sadece uluslararası organize suç şebekeleri. Kaybeden insanlık. Beynelmilel bir kavram olarak insanlık. Kaybeden itibardır.
Saraybosna’nın sokaklarında, otobüs durağı çevresinde alüminyum folyo ile örtünmüş yatan insanları görüyorum. Üstlerinde yağmur bulutları, altlarında çamur. Uykuya daldıklarında; evleri çikolatadan, ırmakları limonatadan, dağları reçelden bir diyar görüyorlar mı? Yoksa baba ocağında annelerinin kendi elleriyle yaptığı ekmeğı mi görüyorlar? Gurur, onur, insan hakları… doğru, bu da varmış, bu da varmış, ancak sizin boyunuza göre bir modelimiz yok sevgili Asya, Afrika göçmenleri… Bu bizim elbise, bize göre biçilip kesilmiş, dikilmiştir. Sizlere yakıştıramıyoruz. Giydiğimizde, bir gün, dobra bir çocuk yanımızdan geçip “Bu adam çıplak” deyinceye kadar… Çünkü kendimizi sadece kral zannettik, inandık biz Avrupalılar. Bizim Muyo da dahil. Fıkradaki Muyo. Muyo’ya mülteci krizi ile ilgili sormuşlar, düşünmüş, taşınmış, kameralar açık: “Valla, tüm sınırları geçtiklerini düşünüyorum” demiş.
Sınırı kim geçti ve hangi sınırları, söylesene Muyo!