Ya hayatın senin değilse

Güneşin ne zaman doğacağına karar veren sen değilsin. Görünüşe bakılırsa, sen yalnızca güneş doğduktan sonra güne başlayan birisin. Başladığın gün kime ait? İstersen, geç kalıp kalmadığını anlamak için saatine bakarken bu konu üzerine de düşünebilirsin. Diyelim ki yedide uyandın ve dokuzda iş başı yapman ya da derslikte olman gerekiyor. Giyinmenin ne kadar süreceğini, kahvaltıya zamanın kalıp kalmayacağını, otobüste, vapurda, metroda geçecek süreyi hesaplıyorsun. İstersen ilkin üzerine giyinmeye koyulduğun giysiden başlayalım. Beğenerek aldığını düşünüyorsundur muhtemelen. Ama her dönemde moda olanı takip de ediyorsun. Öyleyse beğenilerin konusunda fazla iddialı olma. Belli ki senin beğenin de herkes gibi inşa edilmiş bir beğeni. İyi biliyorsun ki kaçta kalkacağını da belirlemiş değilsin. İraden dışında örgütlenmiş bir zaman var ve bütün yapabildiğin o zamana nasıl ayak uydurabileceğine karar vermek. Sonunda dokuzda işinin başında olacağına göre, hangi vasıtayı kullandığın pek de mühim değil. Gününün önemli bir kısmı kendini saatlere göre ayarlamakla geçiyor. Ne zaman uyuyacağın bile ne zaman uyanacağına bağlı. Biliyorsun, yarın erken kalkacaksın!

Herkes gibi senin de hem ülken hem de içinde yaşadığın dünya hakkında bazı kanaatlerin var. Hatta bazen bu kanaatlerin uğruna fedakârlıklarda bile bulunmaktan geri durmazsın. Ne güzel. Yine de şu kanaatlerin üzerinde biraz durmaya değer. Gerçekten de onları kendin mi edindin? Bunu anlamak için, hayatın boyunca değiştirdiğin görüşlerini aklına getirmen yeterli. Bir dönem çok makbul bulduğun bir düşünceyi bir başka dönem neredeyse düşman bellediğin oldu. Nasıl oldu bu? Sen mi karar verdin sanıyorsun? Elbette değil. Devasa bir kanaat atölyesi olduğunu, okuduğun gazetelerin, izlediğin televizyonların, dinlediğin adamların sen bir kanaate varasın diye görevlendirilmiş bulunduğunu aklının ucundan bile geçirmemişsindir, eminim. İyi de bu atölyenin çalışanları milyonlarca insanın aklına girmek, onların düşüncelerini şu ya da bu yola sokmak için niye böyle çırpınıp duruyorlar? Görünüşe bakılırsa hepsi vatansever, görünüşe bakılırsa hepsi ilkin ve öncelikle ülkelerini düşünüyorlar. Şimdilik görünüşü geçelim! Gerinerek “çok düşündüm bu mesele hakkında” derken bile, aslında gerçekten kendi tercih ettiğin bir mesele hakkında düşünmüş değilsin. Önüne konulmuş bir kalemle, önüne konulmuş bir bulmacayı çözüyorsun o kadar. Bulacağın doğrular zaten bilinmiyor mu?

Kitapları seviyorsun ve küçük bir kütüphanen var. Herkes bunlarla ne kadar övünç duyduğunu biliyor. Ama istersen şu kütüphanene bir göz at. Hayatının her bir döneminde satın alıp okuduğun, okuyup altını çizdiğin cümlelere bir göz gezdir. Kitaplarla ve onlarda yazanlarla kurduğun ilişkinin, ömrünün her bir devrinde nasıl değiştiğini göreceksin. Saflık edip, bunun aslında normal olduğunu, çünkü insanın zaman içinde olgunlaşıp değiştiğini söyleme. Olgunlaşmanın da geçirdiğin değişimlerin de belirleyicisi tam olarak sen değilsin. Başından beri hangi kitabı alacağına karar verildi, bir kitabı okurken nereleri çizeceğine bile karar verildi. Sen kendi isyanın sanıp isyanla ilgili bir cümlenin altını çizdin, kendi kavramın sanıp bir kavramı daire içine aldın, kendi tasnifin sanıp zaten yapılmış bir tasnifin paragraf başlarına numaralar koydun. Sonra da zihninde kurulan bu yuvanın yumurtalarını malınmış gibi satışa çıkardın. Yaptığın sana yapılandan pek de farklı değildi aslında. Birileri de senden başladı kanaat oluşturmaya. Onlar da aldıklarını kendilerinin sandılar. İstersen şöyle bir deneme yapalım: Hayatında katılmadığın cümlelerin altını çizdiğin kaç kitap okudun?

En kötüsü de ne biliyor musun? Hiçbir zaman kendine bir dil bulup konuşamazsın. Daha doğduğunda hayatın boyunca ihtiyaç duyacağın kelimeler, bütün anlamlarıyla seni bekliyor olurlar. İçleri özenle doldurulmuş, hangisiyle ne söyleyeceğin konusunda hiçbir muğlaklık bırakılmamıştır. Konuşmaya başladığında, aslında sende konuşanın, senden önce kurulmuş bir “dil makinesi” olduğunu, bu makinenin işleyişi dışında bir tek cümle kuramayacağını hiç düşünmedin. Bunu hiç düşünmediğin halde, cesaretle kendi düşüncelerinden bahsedebiliyorsun. Oysa “ağaç” kelimesinden bağımsız bir kez bile ağaca bakmış değildin; ırmaklara, dağlara, evlere de öyle. Her nereye bakıyor, her ne konuşuyorsan, miras aldığın sözcüklerin nezaretinde yapabiliyorsun bu işi. Eğer iyi niyetliysen, kendine ait sandığın hayatın aslında pek de sahibi olmadığını kabul ederek işe başlayabilirsin. Sonrası için rehber arıyorsan, sana üç de adres göstereyim: Çocuklar, şairler ve meczuplar. Bir tek onlar, o da arada bir, miras alınmamış bir dille konuşurlar. Onların ne konuştuklarını anladığın ölçüde hayatın vardır…