Wittgenstein’ın kumları

Başlangıçta kum değil, çöl vardı kafamda; çöl hakkında bir yazı yazmak istiyordum. İnsan bazı yazıları niçin kaleme almak istediğini bilir, klavyenin tuşlarına dokunmadan önce kabataslak da olsa kafasında bir anlatılacaklar planı vardır. Oysa ben ÇÖL başlığını açtığımda, bu başlığı niçin açtığımın bile cevabını veremiyordum. Bir kaç kere koca harflerle ÇÖL yazdım ve her seferinde muhayyilemin bana yardım etmesini bekledim. Buhara ile Ürgenç arasında yaptığım kısa bir Kızılkum yolculuğu dışında, gerçek hayatta hiç çöl görmemiş, çölde bir gece geçirmemiş, onun bütün renkleri silen tekdüzeliği içinde kaybolup gitmemiştim. Yaptığım kısa yolculuk sırasında, iki tarafımda uzayıp giden kumlu düzlükler hiçbir işime yarayacak gibi değildi. ÇÖL yazdım ve sildim. ÇÖL yazdım ve sildim. Üçüncü denemeden sonra artık bir daha bu başlığa geri dönmemeye karar verdim. Sonra bir gün Platonov’un Kum Öğretmeni’ni okudum; Mariya Narışkina’nın taptaze bir öğretmen ve taptaze bir kız olarak, kumların parça parça yuttuğu bir köye tayin edilmesinin hikâyesini. Kumlar yıllar içinde yalnızca köyü değil, iri ve alımlı Narışkina’nın hayatını da yutuyordu. İçimden, çölü anlatamadın ama kumu pekâlâ anlatabilirsin, diye geçirdim…

Bir öğretmen kızın peşine takılmanın hiçbir işime yaramadığını geç olmadan fark ettim. Çöl bir taneydi, kum ise sayısız. İlkini tek bir başlık altında düşünebiliyordum ama ikincisini böyle bir başlık altına toplayamadım bile. Bunu her denediğimde, harfler bir kum yığını gibi şuraya buraya savrulup duruyordu. Kumlar üzerine yazılacak bir yazının başlığı ne olabilirdi ki? Elbette bir öncekine ÇÖL dediğim gibi buna da kısaca KUM diyebilirdim. Ama ilkinde hiç değilse muhayyilemi kıpırdatacak muazzam bir boşluk vardı, ikincisinde her türden muhayyileyi yutmaya hazır sayısız parçacık. Kum saatlerinden yola çıkarak, insan ömrünün beyhudeliği üzerine bir kaç paragraf yazabilir ya da kamyonlarla inşaatlara taşınan dere kumlarından bahsedebilirdim belki. Ne birini yazdım ne ötekinden bahsettim; canım bu kumlarla oynamayı hiç istemedi. Sonra bir gün, ismi yüzünden kitapçı rafında durmasına gönlümün razı olmadığı bir romanı alıp eve getirdim. Kahramanı, sürekli sanrılar gören ilginç bir kadındı. Yalıları terk edilmiş bir sahilde, gerçek mi düş mü olduğu belirsiz, pek çok parçaya bölünmüş bir hikâyeye terzilik yapıyordu. Yazar, bu sıradışı yalnızla ansızın karşılaşmayalım diye, kitabının giriş sayfasına bir alıntı yerleştirmeyi de ihmal etmemişti: “Çocukların kumu neden sevdiklerini çok iyi anlayabiliyorum.” Wittgenstein.

Bir başkasının bilmediği çok kişisel yolculuklarımız vardır; bazen bu yolculuğa niçin çıktığımızı biz bile bilmeyiz. Ben de başlangıçta kendime anlatacak bir çöl aramış ama onu bir türlü bulamamıştım. Dönüş yolunda ceplerime Kum Öğretmeni Narışkina’yı yutan kumlardan doldurmuş, bir süre de amaçsızca onlarla oynamış ve fazla ısrar etmeden bu ÇÖL ve KUM bahsini kapatmıştım. Ta ki bir yazarın Wittgenstein’dan yaptığı alıntıyı okuyuncaya kadar. Kelimelerim bir zamanlar çöl ve kum tarafından yenilgiye uğratılmamış olsalardı, belki de alıntıya takılmadan hemen kitabı okumaya başlardım. Anlayacağınız gibi öyle olmadı; cümleyi okur okumaz parkların kum havuzlarında, yaz sahillerinde, dere kenarlarında kumlarla oynayan çocuklar geldi gözlerimin önüne. Geçmişte onlara hiç de dikkatle bakmadığım halde, bütün hareketlerini canlandırabiliyordum. Küçük küreklerle oyuncak kamyonlara doldurulan kumlar; ıslak sahilde üzerine şekiller çizilen kumlar; tepecikler yapılan sonra bozulan kumlar; bir oyuncak kovadan öbürüne boşaltılan ya da havaya savrulan kumlar. Bir çölden başladığım muğlak yolculuğun ilk durağına gelmiş bulunuyordum. Soru hiç de geçiştirilecek gibi değildi: Çocuklar kumla oynamayı niye bu kadar çok seviyorlardı?

Çağrışımlar müsaade istemezler. Kumda şekiller çizip sonra da o şekilleri başka şekillere dönüştüren çocukları canlandırırken, birden aklıma Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıyıp, der ne yersin kozumu” dizelerinin gelmesi bir tesadüf değildi. Kum, çocukların tahayyüllerine direnmiyor, onlar istedikçe biçimden biçime girebiliyordu. Çocuk ve kum, her ikisi de henüz taşlaşmamış bir çağa aittiler ve tıpkı şiirde olduğu gibi, anlamları sabitleşmiş sözcüklerin dünyasına meydan okuyup durmaktaydılar. Dili bozan ve nesneleri gönlünce isimlendiren şairle, kumlara çizdiği şekilleri bozup onları gönlünce bir başka şekile sokan çocuğun sevinci aynı kumaştan biçilmişti. Çocuk da şair gibi kuma bir erik çizebilir, onu biraz sonra bir ceviz ağacının dalından sarkıtabilir ve arkadaşlarına üzüm olarak ikram edebilirdi. Bir gün oynadığı bu oyunun mantıksız olduğuna inandığında, o da sözcüklerin zindanına teslim olacak, anlam taşlaşacak, taşı taşın üstüne koyarak bir uygarlık inşa ediyorum yanılgısına kapılacaktı. İnsan soyunun binlerce yıllık yanılgı duvarına bir taş da o ekleyecekti. Çocuk, kumla oynadığı günleri unuttu diye umutsuzluğa kapılacak değiliz. İşte başka bir çocuk kumla, işte başka bir şair sözcüklerle oynamaya devam ediyor; ‘tanım’ tarafından teslim alınmamış çok eski bir çağın bekçileri olarak, taşları hiç hesaba katmadan!